Eylül sayımızda giriş yaptığımız “İbn Haldun’un Hayatı ve Mukaddime’ye Dair” yazı dizimize kaldığımız yerden devam ediyoruz.
Kuvvetli bir hafızaya, işlek bir zihne, parlak bir zekâya, sağlam bir muhakemeye, iyi bir istidlal ve kıyas yapma gücüne, isabetli teşhis ve tespitler yapma kabiliyetine sahip olan İbn Haldun, 1377 senesinin ortalarına doğru sadece beş ay içinde meşhur Mukaddime’sini yazdı ve bitirdi. Bu hususu bizzat İbn Haldun Mukaddime’nin sonunda ifade etmiş, böylece kısa bir süre içinde bu kadar yeni, güzel, garip ve özgün bir eseri yazmış olmasına birçok âlim ve mütefekkir gibi kendisi bile hayret ve taaccüp etmiştir. Daha sonraki yıllarda fırsat buldukça ve imkânlar el verdikçe Mukaddime’yi tashih, tehzip ve tenkih etmiş, üzerinde düzeltmeler yapmıştır. Fakat öyle anlaşılıyor ki, İbn Haldun Mukaddime’nin mevzu, muhteva ve meselelerini uzun yıllardan beri tasavvur ediyor, bunlar üzerinde düşünüyor, zihnen hazırlanıyor ve değerlendirmeler yapıyordu. Fırsat buldukça bu düşüncelerini muntazam bir şekilde ana hatlarıyla yazmak, ikmâl etmek ve tamamlamak beş ay içinde mümkün olabilmişti.
52 yaşında Memlukilerin idaresindeki Kahire’ye ayak basan İbn Haldun, esasen burada bilinmeyen bir kişi değildi. Daha önce buralara ulaşmış olan eserleri, bilhassa Mukaddime’si ve siyasi faaliyetleri dolayısıyla epeyce tanınmaktaydı. İlmi, ilim müesseselerini ve ilim adamlarını himaye etmeye gayret eden Memlukiler zamanında Mukaddime buralara kadar gelmiş, okunmuş, takdir ve alâka görmüştü. Onun için İbn Haldun Kahire’ye gelince, buranın uleması tarafından, bilhassa Ezher hocaları ve talebeleri tarafından çok iyi karşılandı. İlminden istifade etmek isteyenler, Ezher’de onun etrafında bir halka meydana getirdiler. İbn Haldun gurur ve tevazu ile, “Kahire’ye geldiğimde ilme hevesli talebeler etrafımı sardı, bende ilim sermayesi az olmakla beraber kendilerine ders vermemi istediler, özrümü kabul etmediler. Onun için Camiu’l-Ezher’de ders vermeye başladım” demektedir. İbn Haldun’un beliğ, fasih ve selis ifadesiyle verdiği dersler, dinleyicileri cezbediyor, büyük bir takdir ve hürmet görmesine, hatta hayranlık duyulmasına sebep oluyordu. İbn Haldun’un yukarıdaki ifadesi, onun hal tercümesini yazan İbn Tağriberdi, Şahavi, Makrizi ve İbn Hacer gibi müellifler tarafından da teyit edilmektedir. Onun için İbni Haldun’un Mısır’da gerçekten büyük bir rağbet ve hürmet gördüğü muhakkaktır. İbn Haldun’un hadis ve Maliki fıkhı hakkında dersler verdiği, umran, asabiyet, mülkün esası ve hanedanlıkların ortaya çıkışı hakkındaki nazariyelerini şerh ve izah ettiği anlaşılmakta ise de, derslerinin konusu hakkında kesin ve açık bir kayıt yoktur.
İbn Haldun fevkalade güzel ve cazip bir üslupla verdiği alimane ve vakıfane derslerle etrafındakileri adeta büyüledi, güzel hitabeti, beliğ ve tesirli konuşmalarıyla çevresindekileri mest etti. İbn Hacer gibi muhalif ve muarızları dahi derslerine devam etmekten, hatta kendisinden icazetname almaktan, bu suretle ona talebe olmaktan ve onu üstat olarak kabul etmekten kendilerini alamamışlardı.
Sonra Selahattin Eyyubi tarafından inşa edilen Medresetü’l-Kamhiye’de (Buğday Medresesi) Maliki fıkhı tedris etme görevine tayin etti. Selahattin Eyyubi, Maliki fıkhı okutulması için bu medreseyi vakfetmiş, geliri de vakfa ait araziden gelen buğdaydan temin edildiği için bu ismi almıştı.
Ağustos 1384’de Malikilerin kadılkudatı Cemaleddin Abdurrahman b. Süleyman b. Hayr, sultanın gadabına uğrayınca, bu makam İbn Haldun’a açılmış oldu. Sultan, Cemaleddin’i azlederek yerine İbn Haldun’u tayin etti. Mısır’da dört mezhepten her birinin baş kadılığı (kadılkudatlık) bulunuyordu. Bunlar içinde en yüksek makam Maliki baş kadılığı idi. İbn Haldun bu vazifeyi almak istemediğini, fakat sultanın ısrarı üzerine vazifeye başladığını anlatır. Kendisine hilat (cüppe) da giydirilen İbn Haldun, bu vesile ile “Veliyyüddin” unvanını da almıştı.
İbn Haldun’un Malikiler kadılkudatı olması alelade bir hadise değildi. Birçok âlim ve fakihin göz diktiği bu makama bir yabancının ve garibin tayin edilmesi bir hayli rahatsızlıklara sebep olmuştu. İbn Haldun Salihiye Medresesi’nde kadılık ve hakimliğe başladığı zaman, Mısır’da adalet işleri hiç de iç açıcı değildi. Rüşvet, iltimas ve haksızlık almış yürümüştü. Cahil, fasık müftü ve kadılar keyfi fetvalar veriyorlardı. İbn Haldun ayan ve eşraftan gelen tavsiye mektuplarını geri çevirdi, aracı ve şefaatçi olanları kovdu. Haklıyı haksızdan ayırmak için aracılara değil, sadece delillere baktı. Zayıfın hakkını kuvvetliden almak için bir engel tanımadı. İbn Tağriberdi, onun kadılığından bahsederken: “Kadılık görevini büyük bir ciddiyet ve tam bir ehliyetle yürüttü, devlet büyüklerinin tavsiye mektuplarını, ayan ve eşrafın tasavvutlarını geri çevirdi. O yüzden hakkında ileri geri laf edildi” demektedir.
Tabiidir ki bozuk bir düzende bu şekilde bir icraat, insana daha çok muhalif, muarız, hasım ve düşman kazandırır. Eşit muamele görmeye alışık olmayan ve hakkına razı olmayanlar, başkasının hakkını çiğnemeyi adet haline getirenler bu durumdan rahatsız olacaktır. Bundan dolayı İbn Haldun’un kimseye müdara etmeden adalet ve müsavat esasları dahilinde yürüttüğü kadılık vazifesinden kısa bir süre içinde şikayetler başladı. İbn Haldun’un devlet erkanı ile arası açıldı, onların desteğini kaybetti. Bu sırada İbn Haldun’un dertlerine eklenen yeni ve büyük bir musibet onun semasını iyice kararttı. Hadise şu idi: İbn Haldun Tunus’tan ayrılırken Tunus sultanı, İbn Haldun’un eşini ve çocuklarını Mısır’a götürmesine izin vermemişti. Bu suretle İbn Haldun’u tekrar Tunus’a getirtmek istemişti. Fakat Mısır Sultanı Zahir Berkuk, İbn Haldun ailesinin serbest bırakılması ve Mısır’a gelmelerine müsaade edilmesi için Tunus sultanı nezdinde şefaatçi olunca, İbn Haldun ailesi Tunus’tan vapurla yola çıktı. İskenderiye limanına yaklaşmakta olan gemi şiddetli bir fırtınaya tutuldu ve İbn Haldun’un eşi ve çocukları, malı, eşyası ve kitapları Akdeniz’in sularına batarak mahvoldu. İbn Haldun’un derdi ve elemi, çekilmez ve dayanılmaz bir raddeye ulaştı. Hasımlarına, rekabetçilere, hasetçilere ve onların yalan ve iftiralarına mukavemet etme gücünü kaybetti. Bu gibi hadiselerden sonra, bir sene kadılık yapan İbn Haldun 1385’de bu makamdan affedildi. Fakat azledilmesini bir nimet olarak karşıladı, kendisinin isteği de bu idi.
İbn Haldun 24 sene kadar kaldığı Mısır’da zaman zaman el -İber ve Mukaddime üzerinde düzeltmeler yaptı, yeniden gözden geçirerek tekrar tertip ve tanzim etti. Kendisi: “Mukaddimeyi beş ayda yazdım, sonra tenkih ve tehzip ettim” diyor. Aynı şekilde el-İber’in zeyli olan et-Tarif isimli eserini de tadil ve tenkih etti, 1404 yılına kadar olan hatıratını ekledi. İbn Haldun el-İber’in başına Mukaddime’yi, sonuna da et-Tarif’i koyarak Sultan Zahir Berkuk’a ithaf etmişti. Bunun bir nüshasını Fas’ta Camiu’l-Karaviyyin Kütüphanesi’nde muhafaza edilmek üzere Mağrib sultanı Ebu Faris Abdülaziz Ebu Hasan’a hediye etti. Bu hadise takriben 1396 yıllarına rastlamaktadır. Eserin bu nüshası Sultan Ebu Faris’e nispet edilerek Nüshayı Farisiye diye bilinmektedir. Arap aleminde neşredilen Mukaddime’lerin hepsi doğrudan veya dolaylı olarak bu nüshaya dayanmaktadır. Fakat İbn Haldun, 1396’da bu nüshayı Camiu’l-Karaviyyin Kütüphanesi’ne vakfettikten sonra da ölümüne kadar geçen 8-9 sene içinde ilaveler ve düzeltmeler yapmıştır. İbn Haldun’un en son olarak “düzelttiği” değişiklikler yaparak düzenlediği Mukaddime’nin bu nüshası Mısır, İstanbul ve Avrupa kütüphanelerinde mevcuttur.
Mısır’da Nil üzerinde, bazen da Salihiye Medresesi civarında eşrafın oturduğu yerlerde ikamet eden İbn Haldun 16 Mart 1406, kameri sene ile 76, şemsi sene ile 74 yaşındayken füceten vefat etti.
Dergah Yayınları, Mukaddime, İbn. Haldun; çeviri, Süleyman Uluğ, syf 15-54