Son yıllarda Müslümanlar tarafından yeterince dillendirilmeyen, neredeyse unutulmaya yüz tutmuş medeniyet kavramını, İslam’ın medeniyet tasavvurunu ve bu medeniyet içerisinde özellikle de adalet mefhumunu yeniden ele almak zorundayız. Çünkü birçok insanın adaletsizlikten, hukukun olmayışından dem vurduğu, yolu adliye sarayına düşenlerin türlü haksızlıklara uğradığı, kâğıt üzerinde var olan kanunların bile uygulanmadığı, bundan dolayı bazı Avrupa ülkelerindeki hukuka ve oralardaki sosyal yaşantıya özenildiği garip bir dönemden geçiyoruz. İnsanlar bunca haksızlık karşısında tutunacak bir dal arıyorlar. Konuyu gündeme getirecek hakkaniyetli, erdemli ve cesur kişiler bekliyorlar.
Beklentileri karşılanmayan insanlar farklı fikirlere yöneliyorlar, içinde bulundukları toplumu, dini ve sosyal yapısını, aile yapısını kısaca tüm gidişatı sorguluyorlar. Eğer bu noktada doğru yönlendirme olmazsa, bu meseleye İslam’ın bakışı anlatılmazsa durum toplumsal açıdan daha vahim olabilir. Sonrasında kötü gidişi daha önce yaptıkları gibi yine İslam’a ve Müslümanlara fatura edebilir, neslin dine bakışını etkileyebilirler. Osmanlının son döneminde Batının yükselmesi ve buna mukabil Osmanlı’nın gerilemesi bazı aydınlarca dine (İslam’a) fatura edilmişti. Ziya Paşa o günlerde var olan bu anlayışı çok veciz bir şekilde ifade ediyor: “İslam imiş devlete pâ-bend-i terakki, evvel yoğ idi iş bu rivayet yeni çıktı.”1 O dönem Batı hayranı aydınların tesirinde kalan Müslüman halk, kendi medeniyetinden utanır hale gelmiş, çağın gereklerine ayak uyduramadığını düşünerek eziklik psikolojisine girmişlerdi. Gelinen noktada aynı senaryo sanki tekrar uygulanmaya başlıyor. Toplum her geçen gün kötüleşen ekonomik ve sosyal problemlerden, haksızlık ve zulümlerden dem vurmaya, var olan sistemi sorgulamaya başlayacakken bir güç yine faturayı İslam’a, cemaatlere, Müslümanlara kesmeye başladı. Özellikle son yirmi yılda Müslüman yöneticilerin başta olması ve onların eliyle yapılan/ yaptırılan hatalar işin tuzu biberi oldu. “İslamcılık bitti” gibi söylemlerin, cemaat ve tarikatlara yönelik nefret uyandırıcı ifadelerin perde arkasında genellikle aynı senaryo yatmaktadır: Var olan sistemi muhafaza, ona yönelecek tehditleri potansiyel hedef göstererek bertaraf etmek. Böylece hem sistem muhafaza altına alınıyor hem de tehditler ortadan kalkıyor.
Bozuk düzenin bunca yanlışının faturası İslam’a ve Müslümanlara çıkartılınca bu durumda Müslümanların medeniyet kavramını, İslam’ın medeniyet tasavvurunu anlatması zorlaşmaktadır. Her geçen gün dinden soğutulan kitlelere dinin güzelliğini, İslam’ın medeniyetin ta kendisi olduğunu, bu medeniyet içerisinde her türlü insan hakkının mahfuz olduğunu, adaletin en önemli temel dinamik olduğunu nasıl izah edecekler? Müslümanların birçoğunun gündeminde böyle bir çaba zaten yok, diyeceksiniz ve bu konuda sonuna kadar haklısınız. Eskiden dost meclislerinde, sohbet ortamlarında İslam davası konuşulurdu. Asrı saadetten bol örnekli cümlelerle İslam Medeniyetinin gölgesinde toplumun nasıl kardeş olduğu, herkesin hukuk karşısında eşit olduğu anlatılır, kurtuluş reçetesi olan İslam topluma hâkim olursa benzeri bir durumun tekrar tecelli edeceği vurgulanırdı. Bunlar bir medeniyet özleminin/ beklentisinin ifadeleriydi. Ancak son yıllarda Müslümanlar birçok hassasiyetleriyle beraber bu özelliği de kaybettiler. Biz her şeye rağmen İslam’ın medeniyet tasavvurunu ortaya koyacağız ve yeniden gündemimize alacağız. Ta ki gerçek manada medeniyetin İslam’da olabileceği anlaşılsın. Bugün yapılan yanlışların çoğunlukla var olan sistem kaynaklı olduğu, Müslümanlara ait olan kısmının ise İslam’dan değil İslam’ın gereklerine göre yaşamayan, menfaatlerinin peşinden gidenlerin kötü temsillerinden ibaret olduğu ortaya çıksın.
İSLAM’A GÖRE MEDENİYETİN TEMEL UNSURU
Önce medeniyet (ümran, şehirleşme, civilization) kavramına açıklık getirelim. Medeniyet; bir topluluğun hayat tarzı, tarihi, kültürü, sanatı, bilgi seviyesi, maddi ve manevi varlığı ile ilgili vasıfların bütünüdür. Medeniyet kavramı içinde dinin pozisyonu nedir diye bakıldığında; Batı’da din, medeniyetin içinde bir alt küme (hatta kültürün içinde konumlanır) durumunda iken İslam’da ise din medeniyeti kapsamaktadır. İslam’da medeniyetin oluşumu, şekillenmesi din ile olmaktadır. Dolayısıyla İslam Medeniyetinde asli unsur dindir. Bu anlamda Medeniyet kavramına Batı’nın ve İslam’ın bakışı farklılık içermektedir diyebiliriz. Aslında bu temel bir farktır. Başka temel farklar da mevcuttur. İslam’da medeniyeti din oluşturur dolayısıyla medeniyetin başlangıcı bir peygamberle (ona gönderilen vahiyle) olmaktadır. Batı’da ise medeniyeti şekillendiren önceleri tahrif edilmiş Hristiyanlık iken sonradan (aydınlanma ile birlikte) seküler anlayış hâkim oldu ve dinden uzaklaşılıp, yalnız akıl ön planda tutuldu.
Medeniyeti kuracak olan ve gelecek nesillere ulaştıracak olan insandır. Yani insan medeniyetin öznesi konumundadır. Dolayısıyla medeniyet tasavvuru insanı eğitmeksizin gerçekleşmeyecektir. Ancak “Nasıl bir eğitim ve terbiye metodundan geçmesi lazımdır, kuvvetlendirilmesi veya törpülenmesi gereken yönleri var mıdır?” gibi sorulara cevap verebilmek insanın özelliğini bilmekten geçer. İnsanı tanımadan ona medeniyetin yolunu göstermek nasıl mümkün olabilir?
Görüldüğü gibi medeniyetin öncelikle insan faktörüne önem vermesi, insana bakışının düzgün olması önem arz etmektedir. Bu yönüyle bakıldığında Batının insanı sadece maddi (anatomik bir varlık) olarak gördüğü, ruhunu, maneviyatını ihmal ettiği görülür. O yüzdendir ki bugün Batıda çoğunlukla maddi durumları iyi ancak ruhsal yönden bunalımlar içerisinde olan insanlar çoğaldı. Kendi huzuru için teknolojiyi kullanarak başka ülkeleri ateşe atabilecek karakterde toplumlar meydana getirdi. Her iki dünya savaşında ölen milyonlarca insanı düşünün. Son yıllarda İslam coğrafyasındaki savaş, zulüm ve ölümlere Batının sessizliğini (aslında çoğunun müsebbibi yine onlardır) düşünün. Bakıldığında kendi içlerinde demokrat, hak ve hukuka saygılı, bırakın insanı hayvan haklarında bile çok dikkatli, sanatçı ruhlu, bilimsel bakışlı insanlar/toplumlar görünüyor. Ancak aynı insanlar söz konusu İslam dini ve Doğu olunca tam tersi bir kimliğe bürünüyorlar. İslam’ın örtüsüne, ibadetine ve Müslümanların görüntüsüne bile tahammül edemiyor, her fırsatta ülkelerinden sınır dışı etmenin yollarını arıyorlar. Kendi ülkelerinin İslam coğrafyası ve 3. dünya ülkelerine dönük emperyalist planlarını destekliyorlar, o bölgelerde çıkarılan savaşları haklı görüyorlar. Adına hümanizma (insancılık) dedikleri ve dinin yerine insanı yerleştirdikleri inançlarında bile ikircikli davranıyorlar. Yakın zamanda Darbeci Sisi’nin Mısır’da Mursi Hükümetine yaptığı darbeyi ABD ve Batı ülkelerinin alkışlaması, toplumlarından herhangi bir tepkinin olmayışını hangi demokratik teamüllere sığdıracağız? Demek ki onların özgürlük anlayışı, insan hakları kendi toplumlarına dönüktür. Tıpkı şairin dediği gibi:
“Seni daha çok köleleştirmek için özgürlük şarkıları besteliyorlar adına
Ve durup ezilmişliğine bir dolu âmin diyorlar görkemli mabetlerde…
Ki bu yüzden özgürlük dediklerinde sen bukağıları anla,
Eşitlik dediklerinde sen ezilmeyi anla kendi payına…”2
Özetle Batı Medeniyetinde insan sınırsız özgür olmak ister, arzularına ulaşmak için ve yükselmek için bir arena olan toplumda savaşmak zorundadır. Yükselmek için diğer insanların sırtına basacak kadar bencil/ferdiyetçi olabilmektedir. Bu medeniyetin ekseni insan aklına dayanmıştır, Tanrı ve dine ait değerler bu sistemin dışına itilmiştir. İslam Medeniyetinde eksen vahiydir. İnsan yolunu vahyin kılavuzluğunda aklını da kullanarak çizmekte, insanlar arası ilişkilerde vahyin ortaya koyduğu ölçülere göre hareket etmektedir. İnsan toplumun bir ferdidir ve bu toplum hep birlikte erdemli olmaya çalışmakta, kardeşliği esas almakta, birbirlerine hakkı tavsiye etmekte, kurallar karşısında herkes eşit haklara sahip olmakta, maddeden ziyade mana (ahlak ve diğer erdemler) ön planda tutulmaktadır. Kadın ve erkek ilişkileri, her birinin hak ve özgürlük alanları belirlenmiştir ve dengelidir. Kimseye haksızlık yapılmamakta, insanların ırkına, diline, makam/mevkisine, soyuna sopuna değil takvasına önem verilmektedir. Toplum içinde insanlar bir yönüyle Rablerine karşı kulluk görevlerini yerine getirmekte diğer yandan birbirlerine karşı münasebette hak ve sorumluluklarına dikkat etmektedirler. Bu durum akidelerinin gereğidir.
Medeniyet içinde var olması gereken ve o medeni toplumu ayakta tutan en önemli unsurların başında gelen bir diğer özellik adalettir. ‘Bir şeyi yerli yerine koyma’ anlamına gelen, çoğunlukla da zulmün karşıtı bir kelime olarak kullanılan adalet, ancak medeni bir toplumda tam olarak tesis edilebilir. Bir toplumda var olan hukukun uygulanabilir olması, herkese eşit mesafede olması tek başına bir ölçü değildir. Uygulanan hukukun evvela gerçekten hakka isabet etmesi önemlidir. İnsanların vahye dayanmaksızın sadece akıllarıyla meydana getirdikleri medeniyette hakka tam olarak isabet edebilmeleri mümkün değildir. Devletlerin sürekli olarak anayasa değişikliğine gitmeleri (özellikle ülkemiz bazında) var olan kanunların yeterli olmadığının, yasa oluştururken isabet edilemediğinin göstergesidir. Gelinen noktada mevcut kanunların bile rafa kaldırıldığı, insanların bu yönde de çeşitli zulümlere uğradığı konusu ayrıca incelenmelidir. En ilkel kabileyi bile ayakta tutan kötü de olsa geçerli olan kurallarının olmasıdır. Demek ki ilkel kabilelerde bile var olan bazı kurallar hakkıyla uygulandığında o toplum bir süreliğine de olsa ayakta kalabilmektedir. Aksi durumda o toplumda zulüm devam ettikçe ayakta kalamaz ve yıkılması kaçınılmazdır.
İslam Medeniyeti insanı beş temel noktada muhafaza etmektedir. Akıl, din, nesil, can ve mal güvenliği bu medeniyetin teminatı altındadır. Bunların her birinin teminatı son tahlilde adaletin uygulanmasına, kişinin hak ve özgürlüklerinin tam olarak verilmesine dayanmaktadır. Adalet olmadan bu sayılan teminatlar tam olarak yerine gelmiş sayılmaz. Bu nedenle İslam adalete çok önem vermektedir. “Ey iman edenler! Adaleti titizlikle ayakta tutan, kendiniz, ana babanız ve akrabanız aleyhinde de olsa Allah için şahitlik eden kimseler olun...”3
“Ey iman edenler! Allah için hakkı ayakta tutan, adaletle şahitlik eden kimseler olun. Bir topluluğa duyduğunuz kin, sizi âdil davranmamaya itmesin…”4
İlk ayette kişi akrabalık bağları yönünden, diğerinde ise uğradığı haksızlığa vereceği tepki açısından imtihandadır. Durum ne olursa olsun adaletten ayrılmamak, hakkın ortaya çıkmasına gayret etmek esastır. Aksi takdirde sürekli zulüm olacaktır. Adaleti sadece adliyede uygulanan bir mefhum olarak düşünmek manayı daraltır. Toplum da üzerine düşeni yapmalıdır. Eğer bir toplumda adalet rafa kalkmış ve zulüm yaygınlaşmış ise orada insanların vicdanlarında adaletin köreldiği/öldüğü anlaşılır. Bugün maşeri vicdanlarda adalet ölmüşse o toplumda huzur kalmaz, insanlar zulüm kendilerine uğramadıkça sessizliğe gömülürler. Maalesef adalet duygusunun yansıması olan maşeri vicdanı, korkularımıza ve menfaatlerimize meze yaptık. Adalet anlayışımızı yitirdik. Adalet timsali bir medeniyetin mensupları olarak bu duruma düşmemiz çok üzüntü vericidir. Bugün toplumda var olan tüm problemlerde bu sessizliğin/ tepkisizliğin rolü büyüktür. Batı hayranlığını ve göz alıcı yaldızlı medeniyetini bir tarafa bırakıp gerçek medeniyetimize dönmeli, o medeniyetin izlerini ailemize, toplumumuza ve gelecek nesillere aktarmalıyız. Aksi takdirde insanımızda ümitsizlik, karamsarlık ve psikolojik rahatsızlıklar artacak, toplumda var olan yaralar daha da derinleşecektir.
- “Devletin yükselmesine ayak bağı olan İslamiyet imiş, önceden yoktu, bu söylenti yeni çıktı.”
- Bülent Sönmez, Ortadoğu Mektupları, Azize, I-II
- Nisa, 135
- Maide, 8