Kapak

Kur’an Ve Sünnete Göre Müslümanların Kırmızı Çizgileri

Paylaş:

İslam’ın, içinde bulunduğu topluma hâkim olması için izlenecek yöntem ve bu yönteme dair konular son asırda ortaya çıkmış olsa da aslında bu mesele İslam’ın zuhur ettiği her dönemde vardır. Tarih boyunca her peygamberle birlikte bu tür varoluş mücadelesi olmuş, hâkimiyet sağlanıp toplum değişinceye kadar birçok merhaleden geçilmiştir. Zaman ve şartlar değişse de bu yöntemin ana esası (kırmızı çizgileri) değişmemiş sadece stratejide, bazı uygulamalarda çağın gerektirdiği değişimler olmuştur. Dolayısıyla tüm peygamberlerin takip ettiği ana eksenin değişmemesi ve belli yasalara bağlı kalınması açısından son derece öneme sahip bir konudur.

Konuya geçmeden önce iki soruyla bu meselede yanlış olan iki bakış açısını düzeltmekte fayda görüyorum. Birincisi; bu mesele çok mühim ve değişmez bazı esaslara sahip ise neden Hz. Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem’den sonra âlimlerimizce üzerinde çok fazla durulmamış ve kaynaklarımızda bu meseleye dair konular yer almamıştır? İkincisi; bu mesele içtihad kapsamında mıdır? Eğer öyleyse her dönemde değişmesi, zaman ve şartlara göre şekil alması ve yeniden yorumlanması normal değil midir? Bu iki soru aslında iki bakış açısının ürünüdür. Bazıları bu meselenin yeni olmasından yola çıkarak, konuyu geçmişe ve İslam’ın köklerine yabancı görmekte, dolayısıyla önemli olmadığını hatta bu konu üzerinde durmanın zaman kaybı olduğunu söylemektedir. Bazıları ise bu meselenin içtihadi olduğunu zannederek her asırda değişik bir yöntem uygulamayı caiz görmektedir.

Birinci gruba şöyle cevap verilebilir: Evet, Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem’den sonra İslam’ın yeniden yeryüzüne/topluma hâkim olması ile ilgili kitaplara yer verilmedi. Bu konular siyer içerisinde anlatıldı, Nebevi hareket metodu açısından meseleye çok fazla bakılmadı. Çünkü zaten İslam o dönemden sonra yaklaşık 1200 yıl hâkim idi. Âlimlerimiz her dönemde ortaya çıkan meselelere Kur’an ve Sünnet çerçevesinde çözümler üretirken, o dönemde böyle bir sorun olmadığından bu mesele üzerinde durulmamış, ilgili ayetler bu gözle tefsir edilmemiştir. Her asrın bir vazifesi olduğundan geçmiş dönemdeki âlimlerimiz kendi dönemlerine ışık tutmuş, o günün problemlerine çözüm üretmişlerdir. Dolayısıyla yeniden İslam’ın topluma hâkim olması ve bunun için izlenecek metotla ilgili kitaplar daha çok 20. yüzyıla aittir. Hasan El-Benna, Üstad Bediüzzaman, Mevdudi gibi çağdaş âlimlerimiz (Allah hepsinden razı olsun) bulundukları toplumda ıslah ve ihya hareketleri başlatsalar da bu meseleyi derinlemesine tahlil etmek ve yazmak Merhum Şehid Seyyid Kutub’a nasip olmuştur. Merhum, Fizilâl’il Kur’an isimli tefsirinde adeta hareket metodunun haritasını çıkarmış, Kelime-i Tevhid’in bir kelimeden ziyade bir hayat nizamı olduğu üzerinde durmuş, sosyolojik tahlillerle meseleye ışık tutmuştur. İnancı uğruna edindiği fikirleri adeta kanıyla satırlara yazmış, tarihe şahitlik yapmıştır.

İkinci görüşte olanlara ise Kur’an’ı nüzul sırasına göre yeniden okumalarını, Rasulullah’ın hayatıyla paralel bir şekilde hareket metodu açısından yeniden gözden geçirmelerini tavsiye ederiz. Ayrıca hiçbir meselede insanı yalnız bırakmayan Allah Celle Celaluhu böylesine önemli bir meselede insanı başıboş bırakmış olabilir mi? Nüzul sırasına göre Kur’an ayetleri incelendiğinde inen ayetlerle Rasulullah’a ve beraberindekilere nasıl yön verildiğini, müşriklerin tekliflerine nasıl cevap verilmesi gerektiğini görmekteyiz. Mesela uzlaşma olacak mı? Mesela şiddete karşı nasıl bir tavır takınılacak? Mekke’nin müşrikleri bazı tekliflerle gelmişlerdi. Bir yıl Hz. Peygamber onların ilahlarını tanıyacak, ibadet edecek, bir yıl da onlar Hz. Peygamber’in ilahını tanıyacak ve ibadet edeceklerdi. Böyle bir teklife cevap “Kâfirun Suresi” ile geldi. Daha önce Müzzemmil ve Kalem surelerinde zaten o yalancılara itaat etme denilmişti. Ancak müşrikler meseleyi uzattılar ve her seferinde uzlaşma zemini aradılar. Bu sûre ile meseleye son nokta konulmuş oldu. Hiçbir şekilde şirk ile Tevhid’in uzlaşamayacağı anlaşılmış oldu.

Bu durum sadece o döneme has bir durum mudur? Böyle bir tavrı göstermek için güçlü olma şartı var mıdır? Bugün şirk ve Tevhid uzlaşabilir mi? Elbette hayır. Çünkü inançla ilgili mevzularda buna izin verilmemiştir. Metodun bu şekilde olmasında belirleyici olan Kur’an’dır, bu da bize gösteriyor ki bu konuda Rasulullah’a bile bu talimatların dışına çıkma yetkisi verilmemiştir. “Eğer biz seni sağlamlaştırmasaydık, andolsun, onlara az bir şey (de olsa) eğilim gösterecektin.”1

Bu ayetin tefsirinde Fizilâl yazarı diyor ki: “…Allah’ın Hz. Peygamberi koruduğu müşriklerin bu türlü oyunları, İslam davetini yüklenmiş olanlara daima hâkim güçler tarafından oynanmak istenir. Davet sahiplerine nüfuz edip yollarından saptırmaya, davanın istikamet ve kuvvetini bozmaya çalışırlar. Koparacakları ufak bir taviz karşılığında büyük servetleri feda ederler… Hükmü ellerinde tutanlar dava sahiplerine tedrici olarak hülûl ederler. Dava sahipleri davalarının bir tek cüzünü feda ettikleri takdirde vakar ve heybetleri ortadan kalkar.”2

METOD KONUSU YETERİNCE ANLAŞILMAMAKTADIR

Metod konusunda doğru yaklaşım, meselenin zamana ve zemine göre değişmeyen bazı yönlerinin (ana esaslar) olduğunu, bazı yönlerinin (strateji gibi) ise zamanla değişebileceğini kabullenmektir. Aynı zamanda ilgili ayetin “Eğer biz seni sağlamlaştırmasaydık” ifadesinden sebat verenin Allah Celle Celaluhu ve O’nun göstermiş olduğu hareket metodu olduğu da anlaşılmaktadır. Bu metod Müslümanları sağlam bir kaya gibi yapan ve istikamet üzere olmalarını sağlayan en önemli etkendir. Maalesef bu konu bugün yeterince anlaşılmamakta, hatta çoğu İslami kesim tarafından bilinmemektedir. Nebevi metodun takip edilmemesinde bir sebep de yolun başındaki zorluklar ve engellerin çokluğudur. Kısa yoldan iktidara/makamlara ulaşma ve oradan toplumu fethetmenin albenisi de hareketleri cezbetmekte, kendilerince tehlikesiz(!) gördükleri metotlara yönlendirmektedir. Kur’an’ın ve Rasulullah’ın gözetiminde Mekke döneminde sabırla, çileyle, gece ibadetiyle, mücadeleyle, tavizsiz dik duruşla eğitimden geçen sahabe-i kiram, bu dava için her şeylerini feda edecek noktaya geldiler. Başta Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem olmak üzere hepsi Rabbani bir terbiyeden geçtiler.

Tarihi süreç içerisinde bu metodu incelediğimizde tüm Peygamberlerin ortak bir söylemi olduğunu, hemen hepsinin şirk toplumlarıyla mücadele ettiklerini ve bu mücadeleyi Tevhid eksenli sürdürdüklerini görürüz. A’raf ve Enbiya suresinde aralarında asırlarca zaman olan Peygamberler (Aleyhimesselam) art arda anlatılırken sanki aralarında hiç kopukluk yokmuş gibi bahsedilir. Çünkü dava ortaktır, mesajın ana esası da metod da aynıdır. Bakıldığında tüm Peygamberlerin ortak davası Tevhid’dir, hatta söylemleri de kelimesi kelimesine aynıdır. “Ya kavmi’budullah mâ lekum min ilâhin ğayruh (Ey kavmim! Yalnız Allah’a kulluk edin. Sizin O’ndan başka ilahınız yoktur.)”3 Dolayısıyla bugün Müslümanların da olması gereken ortak çıkış noktası Tevhid olmalı, deyim yerindeyse sivrisineklerle değil bataklıkla mücadele edilmelidir. Böyle bir metod uygulandığı zaman aslında toplumdaki tüm hastalıklara çözüm bulunmuş olacaktır. Çünkü tüm problemlerin kaynağında şirk ve onun oluşturduğu cahiliye mevcuttur. Tevhid ile mücadeleye başlanması da işi temelinden çözmek demektir.

Amaç daima Allah’ın rızası, hedef ise Kur’an’ın bize gösterdiği yeryüzünde Allah’ın razı olacağı bir medeniyetin inşası olmalıdır. Bu noktada şunu da ilave etmek yerinde olur. Bu ulvi amaca ve hedefe ulaşmak için gayri meşru yollar denenemez. “Hedefe ulaştıran her yol mubahtır” anlayışı bu metoda ve ulaşmak istenen ulvi amaca terstir. Rabbin rızası için çıkılan yolda hareketlerin ve uygulanan yöntemlerin her biri yine Rabbin rızasına uygun yani Rabbani olmak zorundadır. Nebevi metod uygulanmadan başarı gelse bile bu Allah’ın razı olmayacağı bir hareket olacaktır, bu durum Allah’ın rızasından ve yardımından mahrum kalmak demektir. Bugün amacı ve hedefi aynı olduğu halde Müslümanların ortak paydada buluşamamasının temel nedeni yöntemin farklı olmasıdır. Yöntem aynı olsa da bir takım fikir ve strateji farklılıkları mutlaka olacaktır. Genel yapı aynı olduktan sonra tali bir takım fikir ayrılıkları tolere edilebilir. Gün gelir ana amaç ve hedef uğruna o görüş ayrılıkları bir tarafa bırakılır ve birleşme olur. Fakat yöntem farklı olunca tümden bakış açısı değişiyor. Bir kere tarih boyunca sürdürülen Tevhid mücadelesi ve yöntemi ıskalanmış oluyor (ki bu Kur’an’ın ve sünnetin metodudur). Diğer yandan hareketler arasında derin uçurumlar meydana getiriyor. Başlangıcı kolay, tehlikesiz ve nefse hoş gelen yöntemlere başvuranlar çoğunlukta oluyor, kitlelere daha cazip geliyor böylelikle Müslümanların parça parça olmasına sebep oluyor. Başarılı olamayınca yeni yöntemler, yeni maceralar aranmasına böylelikle de zaman ve enerji kaybına yol açıyor. Halbuki Nebevi metod Rabbanidir, tavizsizdir, hareketi tuzaklardan (biiznillah) koruyucudur. Allah’ın rızasına uygundur. Tüm Müslümanları kucaklayıcıdır, evrensel İslam kardeşliğine ve ümmet anlayışına uygundur. Kitleyi coğrafyaya, ırka veya dar anlayışlara hapsetmez, bilakis cihanşümuldür, tüm insanları kuşatıcıdır, tüm dünya ve insanlar hedef kitlesidir. Bir ırkın veya coğrafyanın üstünlüğünü değil, İslam’ın izzetini ve üstünlüğünü önemser.

Bu metod insanı/hareketi dengeli kılar. Bir yandan prensiplerine bağlı kılar, taviz (haramlarda ve farzlarda geri adım) verdirmez diğer yandan gücü nispetinde iş yaptırır müsamaha göstermesi gereken yerde fevri hareket ettirmez. Her meselede dengeli olunca istikametten sapmalara da izin vermez. Bugün istikametten çok farklı sapmalar söz konusudur. İşin başında verilecek küçük bir taviz (sapma), gün geçtikçe büyüyecek, varılması istenen hedeften fersah fersah uzaklaştıracaktır. Ayrıca Nebevi metodun koruması altında olmayan bir hareket ifrat ve tefrit arasında yalpalamaya mahkumdur. Gün gelecek müntesipleri tarafından prensiplerin menfaatlerle çatıştığı noktalarda bu yalpalama tesirini gösterecek ve hareketin seyri değişecektir. Bu anlamda Nebevi metodu takip etmemenin, yanlış yollara tevessülün getirdiği tahribat sadece ilgili hareketin kendisinde değil tüm toplumda tesirini gösterecek İslami gelişmelerin önünü tümden tıkamaya kadar götürecektir. Neticede her yanlış metot doğru yöntemin önünde engeldir, onun kitleler tarafından anlaşılmamasına sebep olmaktadır. Ayrıca Müslümanları kamplaştırmakta, birlik ve beraberliğine darbe vurmaktadır. Örneğin bugün tekfirci anlayış kendi gibi düşünmeyeni tekfir ederken İslam kardeşliğine zarar vermiyor mu? Bir takım akidevi ayrıntılarda boğularak Ehli kıble tekfir edilemez genel kaidesini ıskalamıyor mu? Meâlcilik hareketi “sadece Kur’an’a yönelelim” derken yüzyıllardır bu ümmetin Rasulullah’a ve O’nun tertemiz sünnetine bakışını baltalamıyor mu? Sadece köşesine çekilip birtakım virdlerle veya ritüellerle zaman geçirip toplumun ve ümmetin derdini gündemine almayan bir hareket toplumu ıslah edebilir mi, problemlere çare olabilir mi? Önce köşeleri kapmalıyız, sonra toplumu tepeden dizayn ederiz mantığı ile yola çıkanlar, koltuklara yerleşince bir süre sonra bu konforu kaybetmemek için prensiplerini koltuklara/makamlara kurban etmiyor mu? Son yılların moda tabiriyle “elde edilen kazanımları kaybetmeyelim” anlayışıyla yapılan zulüm ve haksızlıklara sessiz kalmak maslahat zannedilmiyor mu? Bu anlayış ile pek çok âlim, sivil kanaat önderi veya bilumum liderler (böyle olmayanları tenzih ederim) Müslümanlara dayatılanları içlerine sindirerek aslında kendi iç korkularını bastırmıyor mu? Maalesef tüm bu sorular/sorunlar ortada duruyor ve günümüz İslami Hareketlerin gerçeklerini yansıtıyor.

Sonuç olarak Nebevi metod Allah Azze ve Celle’nin biz Müslümanlardan istediği ve tâbi olursak razı olacağı bir yöntemdir. Buraya kadar bu metodun önemine dair bir bakış açısı kazandırmak istedim. Bu metodu uygulamazsak sadece her grup her cemaat kendi müntesiplerini, kazanımlarını kaybetmekle kalmaz, bütün bir nesli kaybederiz. Bu metodla hareket edelim, başımıza geleceklere sabredelim, böylelikle tarihe not düşenlerden olalım. Gelecek nesillere Rabbani bir duruş gösterelim. Rabbim kendi yolunda razı olduğu metodla bir ömür hareket etmeyi nasip etsin. Âmin.

1.İsra, 74.

2.Seyyid Kutub, Fizilâl’il Kur’an, Çelik Yayınevi, cilt.9, s.364

3.A’raf, 59, 65, 73, 85.