Her konuda doğruyu yanlıştan ayırmak için gönderilen kitabımız Kur’an-ı Kerim Müslümanlar için yegâne kılavuzdur. Öyle ki Müslümanlar her konuda bu kılavuza başvurmakla emrolunmuşlardır. Çünkü bu kaynağa başvurmadan doğruya ulaşmak mümkün değildir. Bu kaynak çağlar üstü olma özelliğiyle kıyamete kadar doğruyu göstermeye devam edecektir.
Müslümanlar ile kâfirleri birbirinden ayıran en önemli özellik de Müslümanların her konuda doğruyu öğreten böyle bir kaynağa sahip olmaları, kâfirlerin ise böyle bir kaynaktan mahrum olmalarıdır. Bu aynı zamanda Müslümanlar için bir üstünlük sebebidir. Onlar her işin doğrusunu yanlışını Aziz ve Hâkim olan Allah’tan öğrenmekte, yeryüzünde başlarına gelen her şeyi Allah Azze ve Celle’ye veya O’nun Rasulüne danışabilmektedir. Müslümanlar eğer bu kaynaktan yüz çevirir, her meselede ona danışmayı terk eder ve kendi akıllarına sormaya kalkışırlarsa o zaman hem bu yönden kâfirden farkları kalmayacak hem de sonu hüsran olan bir yola girmiş olacaklardır.
Kur’an’a danışacağımız meseleler arasında hayatı nasıl yaşayacağımız, hangi hükümlerle hareket edeceğimiz gibi önemli konuların yanı sıra hayatta kimlerle beraber olacağımız ve kimlerden ayrılmamız gerektiği de yer alır. Yani dostumuz kim, düşmanımız kim bunu da Allah’tan öğrenmeliyiz. Çünkü her konuda olduğu gibi bu konuda da en doğrusunu bilen Allah’tır. Bu konuda doğruyu bilmek için kâfirin içindeki niyetleri bilmek, gizli toplantılarına ve gizlice kurdukları tuzaklara ayrıntılarıyla şahit olmak ayrıca küfrün insanda meydana getirdiği düşmanlığın derecesini ve boyutunu bilmek, kısacası küfrü ve kâfiri bütün incelikleriyle tanımak gerekir ki bunu Allah’tan başkası bilemez. O halde danışılması gereken tek merci vardır; O da Allah’tır. İşte O Allah Azze ve Celle bu konuda Kur’an-Kerim’in çeşitli yerlerinde buyuruyor ki; “Ey iman edenler! Mü’minleri bırakıp da kâfirleri dost edinmeyin. Allah’ın aleyhinize apaçık bir ferman vermesini mi istersiniz?”1
“Ey iman edenler! Yahudi ve Hristiyanları dost edinmeyin. Onlar birbirlerinin dostudurlar. Sizden her kim onları dost edinirse, o da onlardandır.”2
“Ey iman edenler! Benim de düşmanım, sizin de düşmanınız olanları dost edinmeyin. Onlar size gelen gerçeği inkâr etmişken, onlara sevgi gösteriyorsunuz. Hâlbuki onlar, Rabbiniz olan Allah’a inandığınızdan dolayı sizi ve peygamberi yurdundan çıkarıyorlar. Eğer siz, Benim yolumda savaşmak ve hoşnutluğumu kazanmak için çıkmışsanız, onlara nasıl sevgi gösterirsiniz? Ben sizin gizlediğinizi de, açığa vurduğunuzu da bilirim. İçinizden kim bunu yaparsa şüphesiz ki, doğru yoldan sapmış olur.”3
”Küfredenler ise birbirinin dostudurlar. Eğer siz bunu yapmazsanız yeryüzünde bir fitne ve büyük bir fesâd olur.”4
Bu yazımızda özel olarak ele alacağımız ayetde ise Rabbimiz şöyle buyuruyor;
“Mü’minler Mü’minleri bırakıp kâfirleri dost edinmesin. Kim böyle yaparsa; Allah ile dostluğu kalmaz. (ilişiği kesilir)Ancak onlardan sakınmanız müstesnadır. Allah, size kendisinden korkmanızı emrediyor. Dönüş Allah’adır.”5
İlk olarak ayette Rabbimizin direk “kâfirleri dost edinmeyin” demeyip “Mü’minleri bırakıp kâfirleri dost edinmeyin” demesi dikkat çekicidir. Bu “sanki dostunuz yokmuş gibi” ya da “dostsuz mu kaldınız ki kâfirleri dost ediniyorsunuz? Mü’minlere ne oldu?” demektir. Aynı zamanda kâfirleri dost edinmenin Mü’minleri bırakmak manasına geldiğine de işaret etmektedir. Yani adeta kâfirlerle dost olursan müminleri, müminlerle dost olursan kâfirleri bırakmış olursun her iki safla aynı anda dost olunmaz denmektedir. Bunun böyle olacağı aşikârdır. Zira mü’minlerin menfaatleriyle, kâfirlerin menfaatleri hiçbir zaman ortak payda da buluşamaz. O halde kâfiri dost edinmek mü’minlerin zararına çalışmak veya mü’minlerin menfaatleriyle ister istemez çatışmak manasına gelir ki bu Mü’minleri yüzüstü bırakmaktır. Bu yönüyle ayet Müslümanların Müslümanlar aleyhine çalışmasının önüne geçmektedir.
Ayrıca Kur’an başından sonuna mücadeleden bahseden bir dava kitabıdır. Müslüman ise bu mücadelenin aktif oyuncusudur. Elbette ki her mücadelede iki saf vardır ve dava karşı safa galip gelme davasıdır. Düşmansız bir mücadele, tek saftan meydana gelen bir kavga ve karşı tarafı olmayan bir dava olmayacağına göre en önemli mesele düşmanını bilmektir ki, Kur’an da bunu öğretmektedir. Eğer saflar karışır, dost-düşman ayıklanamaz hale gelir ve karşı taraf görünmez olursa işte o zaman dava zarar görür ve bu mücadele sekteye uğrar. Bunu bilen kâfirler tarihten günümüze kadar bu davada Müslümanlara galip gelmede, Müslümana dost görünme, onunla birlikteymiş gibi davranma, zaman zaman katılığı bırakıp ılımlılaşma gibi stratejiler izleyerek dost-düşmanın ve bu şekilde safların karışmasını murad etmişlerdir. Allah’ın buna karşı stratejisi ise düşmanı açıkça ortaya koymak ve safları ayırmaktır. Bu mücadelenin devam edebilmesi için elzemdir. Şairin dediği gibi;
“Ey düşmanım! Sen benim ifadem ve hızımsın.
Gündüz geceye muhtaç, bana da sen lazımsın.”6
Diğer bir açıdan Kur’an-ı Kerim herkesin dost olmayacağını ve herkesin sevilemeyeceğini de öğreterek Mü’minleri başka bir yönden de dikkate sevketmektedir. İnsan herkesi sevmek zorunda değildir ve hatta sevmemelidir. Allah Azze ve Celle fıtrata sevme duygusunu koyduğu gibi nefret etme duygusunu da koymuştur. Demek ki yeryüzünde sevgi duygusunu kullanacağımız insanlar olduğu gibi, nefret duygusunu da kullanacağımız insanlar vardır. Her iki duygu da lazımdır ki verilmiştir. Belli ki düşmanlarımız olacak, onlarla mücadele edilmesi gerekecek ve bu mücadele de Müslümanda yer alan kâfirden nefret etme duygusu ile gerçekleşecek. Bu noktada bugün yaygınlaştırılan haliyle “insancılık, insan sevgisi ve herkese eşit değer verme” demek olan hümanizme değinmeden geçemeyiz. Çünkü bunu İslam’la bağdaştırıp İslam’ın hümanizmi destekleyeceğini düşünenler olabilmekte ve hatta İslam velilerinden bazılarının sözlerini de buna delil olarak kullanmaktadırlar. Hâlbuki İslam’ın insana bakışında hümanizme ihtiyacı yoktur. İslam zaten hümanizmde olmadığı kadar insancıl ve getirdiği kanun ve esaslarıyla insanın mutluluğunu baz alan bir dindir. Öyle ki adaletle davranma, zulmü görmediğin müddetçe iyilikle muamele ve belirli haklar konusunda herkes insan olması yönüyle eşittir. Fakat bu acizlik noktasına getirilmemiş ve kâfirleri düşman bilme, onlarla mücadele edip hadlerini bildirme de İslam’ın şiarları arasına girmiştir. İslam’ın ki ne acizlik ne de zulüm ve haksızlıktır. Herkese hak ettiği şekilde davranmaktır ki bu gerçekçi bir bakış ve gerçek bir adalettir.
Hümanizme gelince vahşi ve barbar Batı’nın yaptığı zulümleri, döktüğü kanları ört-bas etmek için uydurduğu yahut kullandığı uygulaması da olmayan bir fikirdir sadece. Onlara göre Müslümanlar hümanist olmalı, insancıl davranmalı, herkesi hatta kendisine zulüm edenleri sevmeli kimseyi düşman bilmemelidir. Böylelikle ortada ne düşman kalacak ne mücadele… Batı’da; gönlü insan sevgisi ile dolu kendisinin ise insan olarak bile görmediği bu Müslümanları ezebilir, sömürebilir, yurtlarından çıkarabilir ve hunharca katledebilir. Diğer Müslümanlar da yine kalbi insan sevgisi ile dolu olarak zulmedenleri seyredebilir. İşte bu şekilde “insan sevgisi” bile, yazarın ifadesiyle ‘imanını kaybeden bir çağın dini’7 haline getirilerek Müslümanlar için bir oyun ve tuzağa dönüştürülebilir. Rabbimizin bu konuda indirdiği ayetler ise düşmanın bütün oyunlarını bozacak niteliktedir. Yeter ki Müslümanlar, bu ayetlere sımsıkı sarılıp Kur’an’ın metod ve stratejisine bağlı kalsınlar… (Devam Edecek)
1- Nisa, 144
2- Mâide, 51
3- Mümtehine, 1
4- Enfâl, 73
5- Âl-i İmran, 28
6- N.Fazıl Kısakürek