Merhum Ali Şeriatî, “Medeniyet ve Modernizm” adlı kitabında şu çarpıcı tespiti yapıyor: “…Ne yazık ki modernizm, biz Avrupalı olmayan milletlere medeniyet adı altında empoze edilmiştir.” Batı’nın hâkim olduğu son birkaç asırda olanları düşününce ne denli haklı bir söz olduğu ortadadır. “Bu sözle kast edilen nedir? Modernizm ve medeniyet aynı şey değil midir?” şeklinde bir soru sorulabilir. Konunun vuzuha kavuşması biraz da bu meyandaki kavramların (uygarlık, medeniyet, modernite gibi) açıklanmasıyla mümkündür. O zaman, medeniyet ve modernizm aynı mıdır, son dönemlerde sıklıkla kullanılan ‘uygarlık ve çağdaşlıktan kasıt nedir?’ gibi sorulara cevap bulunabilir.
Öncelikle medeniyetin tanımına baktığımızda genelde iki farklı bakış görürüz. İslam’a göre medeniyet/ümran, bir Peygamber kılavuzluğunda ve onun getirdiği “din” ile kurulur. Söz konusu olan din (İslam) hayatın bütününü kapsar ve onun tesiri her alanda görülür. Bu medeniyetin en önemli özelliği vahiy eksenli, insanı ve toplumu hem madden hem manen yükselten erdemlere sahip oluşudur. Hak, adalet, eşitlik, kardeşlik, hayırda yarış, iyiliği emretme/kötülükten sakındırma prensipleri bu medeniyetin olmazsa olmazıdır. Üstünlük ölçüsü takvadır. (Allah’tan sakınma ve dinde hassasiyet sahibi olma.) Doğu’nun temsil ettiği bu din eksenli medeniyetin temelinde maddeden çok mana vardır. Batı’nın medeniyet tarifine baktığımızda ise, Latince “civil” kelimesinden türetilen “Civilization” terimi kullanılır. “Civil” kelimesi Batı dillerinde “vatandaşlarla ilgili, hükümete ait, milli, sivil, bireysel, medeni, nazik, kibar” anlamlarına gelir. Aslında kilise ve dinin dışındaki bir alanı ve yapılanmayı ifade eden seküler/dünyevî bir kelimedir. Batı’nın tarif ettiği medeniyet genellikle din dışı olmakla beraber dini dışlamayan tariflerde de din, medeniyetin alt dallarından biridir. Tarih gibi, kültür gibi sadece alt dallardan biridir. Aslında son zamanlarda Batı, medeniyet kavramı yerine uygarlığı ve çağdaşlığı daha çok zikretmektedir. Bu medeniyetin temelinde her şeyin maddeden ibaret görülmesi anlayışı yatmaktadır. İnsanın konforlu bir hayat yaşamasının esas alınması, özgürlüğün (buna özgürlük denilirse tabi) nefsanî arzulara gem vurulmaması şeklinde addedilmesi ve çoğunlukla bireyci bir toplumsal yapı olması bu medeniyetin (uygarlık daha doğru olur) olmazsa olmazlarıdır. Bu anlamda baktığımızda uygarlık kavramı medeniyet kavramı kadar geniş değildir, daha çok inancı değil de seküler dünya görüşünü çağrıştırmaktadır. Batı bu kavramı modernizm ve çağdaşlık ile süslemekte, her birini diğerinin yerine kullanarak adeta medeniyet/ümran kavramını unutturmaktadır.
İnsanlık tarihine baktığımızda gördüğümüz manzara şudur: İnsan, yaratılış gayesini unuttuğu, vahyin kılavuzluğunu terk ettiği dönemlerde (ki bu durum sıkça olmuştur) daima yoldan sapmış, karanlıklar içerisinde bir o yana bir bu yana savrulmuştur. Allah Azze ve Celle de sonsuz rahmeti gereği her seferinde gönderdiği peygamberlerle insanlığı tekrar vahyin istikametine yöneltmiş, onları karanlıklardan vahyin aydınlığına çıkarmıştır. Bu durum insanlık tarihi boyunca kaç kez tekerrür etti bilemiyoruz. Ancak bildiğimiz şey, vahyin kılavuzluğu olmadan insanlığın yolunu bulabilmesi, istikamet üzere kalabilmesi mümkün değildir.
Vahiy, en son ve mükemmel şekliyle VI. asırda yeniden doğmuş, Hz. Muhammed Sallallahu Aleyhi ve Sellem’in kılavuzluğunda cahiliyenin en koyu karanlığına saplanmış bedevîlerden medeniyetin en zirve noktası bir toplum meydana getirmiştir. Yaklaşık bin yıl kadar süren İslam Medeniyetinin hâkimiyeti Müslümanların görevini yapmaması, Batı’nın da buna mukabil kilise ve derebeylerin prangalarından kurtulup yükselmesiyle tersine dönmüştür. Bugün dünyada görülen hâkim renk maalesef Batı’ya aittir. Batı, materyalist uygarlığıyla insanların gözünü boyamakta, dünyevileşme adına attığı adımlarla her geçen gün maneviyattan yoksun bir toplum meydana getirmektedir. Batı uygarlığının dayanağı daha çok Antik Yunan felsefesi ve putperest Roma’nın zevk ve eğlenceyi ön planda tutan yaşam tarzıdır. Bir dönem dinin tesiri olsa da bu, hak din olmaktan uzak, tahrif edilmiş, fıtratın kabul etmeyeceği öğretileri bünyesinde barındıran kilisenin katı din anlayışıdır. Bu Batı’yı dinden daha çok soğutmuş, bu baskılardan kurtulabilmek için eski pagan/putperest anlayışını bile geride bırakacak tamamen din dışı bir tutuma sevk etmiştir. Adına hümanizma (insancılık) dediği bu hareketin Tanrısı (inancı) yoktur, insanın kendisi Tanrı rolüne soyunmaktadır. Alman filozof Friedrich Nietzsche’nin söylediği “Tanrı öldü! Tanrı öldü! Onu öldüren biziz!” sözü bu medeniyetin müntesiplerinin kafalarının ne kadar karışık ve ruhsal yapılarının ne kadar bozuk olduğunun kanıtıdır.
İbn Haldun’a göre mağluplar, galiplere doğaları gereği düşkünlük gösterir, hayranlık duyar ve onda üstün/kâmil vasıflar ararlar. Bu anlamda mağlup taraf galip tarafın galibiyetinin sebebini, asabiyet dışında ya onların doğalarından gelen bir üstünlüğe ya da sahip oldukları başka bir şeye, genelde hayatı yaşama tarzlarının üstünlüğüne bağlar. Böylece mağlup taraf birinci aşamada galip tarafa ait nişan, kıyafet ve toplumsal hâl, tavır ve davranışları taklide eğilim gösterir.1
İbni Haldun’un dediği şey gerçekleşti: İslam Medeniyeti gücünü kaybedince Osmanlı’nın son dönem aydınları Batılı gibi giyinir, kuşanır ve konuşur oldu. Kendi geleneklerini küçümseyen, Batı’yı alabildiğine öven sözler sarf ettiler. Bu aydınlar kendi geleneklerinden aldıkları güçle maddeci Batı Medeniyetine karşı İslam Medeniyetini dirilteceklerine, Batı’nın teknolojisi ve maddi kalkınması karşısında eziklik hissederek geri kalmışlığın tüm faturasını İslam’a kestiler. Kurtuluşun ve yükselişin Batı’yı bire bir izlemekle mümkün olacağını söylediler.
Hâlbuki iyi niyetli bazı Batılı aydınlar (Alexis Carrel, Arnold Toynbee gibi) bile kendi uygarlıklarının gidişatını beğenmiyor, insanı daha da çıkmaza sürüklediğini itiraf ediyorlar. İnsan belki maddi olarak kalkındı ama manevî dinamiklerini kaybetti. Aslında maddi anlamda da insanların ekseriyeti fakir yaşamakta gerçek manada zenginliği mutlu bir azınlık tatmaktadır. Onların şaşalı hayatları diğerleri için özendirilmekte, gerçek mutluluğun parada ve şöhrette olduğu ekranlardan fısıldanmaktadır.
Batı’nın gerçek yüzünü görmek isteyenler toplum yapısını, ahlakî değerleri nasıl yok ettiğine baksın. Bozulan kadın-erkek münasebetlerine, gayrı meşru ilişkilerin artışına, evliliklerden çok boşanmaların olmasına, neslin her geçen gün bozulmasına baksın. Gökdelen gibi binalarda yaşayan ancak birbirinden habersiz olan, öldüğü günler sonra anlaşılan ilgisiz komşuluklara baksın. AVM’de çılgınca alışveriş yapan, kapitalist tüketim çarkında öğütüldüğünün farkında olmayan yığınların israf ve aşırılıklarına baksın. İnsana verdiği değeri görmek isteyenler kan revan olmuş Ortadoğu ve diğer İslam coğrafyasına, ABD’de insan yerine konmayan zencilere, dünyanın bir bölgesi obezite (aşırı şişmanlık) ile mücadele ederken diğer yanda açlıktan kemikleri sayılan ve binlercesi ölen Afrikalı çocuklara baksın. Baksın da insanlığından utansın. Baksın da Batı’nın gerçek yüzünün nesli tükenmekte olan balinayı kurtaran değil, tüm insanlığı hatta tabiatı felakete sürükleyen yüzü olduğunu anlasın.
Saymakla bitiremeyiz ama Batı’nın teknolojisini bir tarafa bırakırsak insanlığa kazandırdıkları(!) özetle bunlardır. Batı’nın getirdiği medeniyet değil insana dayatmaya çalıştığı modernizmdir. Bir insanın kılık-kıyafetini değiştirip, son teknolojik aletleri kullandırarak kısa zamanda modern yapabilirsiniz ama kısa vadede asla medeni yapamazsınız. Zannedildiği gibi medeniyet yol, köprü, gökdelen yapmak değildir. Uzaya mekik fırlatmakla da atom bombasını ve diğer teknolojik silahları üretmekle de medeni olunmaz. Tüm bunları yapıyor ancak insanlığın zararına kullanıyorsanız, haksızlık yapıp zulmediyorsanız medeni sayılmazsınız. 20. yüzyılda belki silah sanayinde modernleşme başarıldı ama insanlık ve erdemler açısından sınıfta kalındı. Çünkü elde edilen teknolojiyle 2. Dünya Savaşı’nda Hiroşima ve Nagazaki’ye olanlar hâlâ hafızalardan silinmedi. Ortadoğu’da katledilen milyonlarca Müslüman unutulmadı. Maddi alanda kalkınınca manevi alanlarda ve hayatın tüm alanlarında prensip belirleme yetkisi verilmesi insanlık adına en büyük kayıptır. Üstat Seyyid Kutub’un dediği gibi: “İnsanın madde ilminde ilerlemesi, maddi alanda harikalar meydana getirmesi ve bu alanda sağlam prensiplere sahip olması; onun insan konusunda da ilerlemesini, sağlam prensiplere ve isabetli görüşlere sahip olmasını gerektirmez. Çünkü bu alan diğerinden farklıdır…”3
Bu durumda ne yapılmalıdır? Başta da söylediğimiz gibi insanın hataya düştüğü en temel nokta yaratılış gayesini ve dolayısıyla kulluğunu unutmasıdır. Diğer tüm hatalar bu hatanın zincirleme kazasıdır. İnsan, kul olduğunu bilecek, kendi vazifesine odaklanacak, aklıyla hem hayatını kolaylaştırıcı buluşlar elde edecek hem de Rabbinin kendisine gönderdiği vahyi anlamaya ve hayatını ona göre programlamaya çalışacaktır. Elinde kurtuluş reçetesi (İslam) vardır. Geçmişte bu reçeteyle birçok toplum şifa buldu, bugünün insanı da bulabilir. Yeter ki buna inansın ve başarmak için çabalasın.
Tam bu noktada çağdaşlık meselesine de bir iki cümleyle temas etmekte fayda görüyorum. Bugün çağdaşlıktan kasıt nedir, İslam bu duruma göre çağdaş mıdır değil midir? Ali Bulaç’ın kitabında4 belirttiği gibi; eğer çağdaşlıktan kasıt son bir iki asırda ortaya çıkmış bir ideoloji olmak ise İslam bu anlamda çağdaş değildir, çünkü O’nun kökleri ilk peygamber Âdem Aleyhisselam’a kadar uzanır ve İslam beşerî bir ideoloji değil vahiy mahsulüdür. Yok, eğer çağdaşlıktan kasıt, çağı yakalamak, çağın sorunlarına çözüm olmak ise İslam, en çağdaş olandır hatta çağ, İslam’ın gerisinden gelmektedir. Çünkü İslam, son ve en mükemmel hâliyle kıyamete dek insanlığın tüm sorunlarına ilahi çözümler sunan dinin adıdır. Bu noktasıyla da İslam çağlarüstüdür. Çözüm sunduğu konusu meseleyi daha da uzatacağından bu kadarıyla iktifa edelim.
- İbn Haldun, Mukaddime, C.I, s.362
- (1850-1904) yılları arasında yaşamış Türk Edebiyatçısı
- Çağdaş Uygarlığın Sorunları ve İslam, Beka Yayınları, s.24
- Çağdaş Kavramlar ve Düzenler