Allah Azze ve Celle, kendi yolunda mücadele eden mü’min kullarını hiçbir meselede yalnız ve dayanıksız bırakmamıştır. Yaşadıkları en zorlu günlerde dahi varlığını ve gücünü daima hatırlatmıştır. Vaadi hak olan Rabbimiz, kendi davasına ve davasının neferlerine karşı komplo kuran, tuzak hazırlayan ve toplumda fitnenin kaynağı olanlara karşı hiçbir zaman yol vermemiştir...
“Sizden önce gelip geçenlerin hali başınıza gelmeden cennete gireceğinizi mi sandınız? Onlara öyle bir yoksulluk, öyle dayanılmaz bir zorluk çattı ve öylesine sarsıldılar ki, sonunda elçi ve beraberindeki mü’minler: ‘Allah’ın yardımı ne zaman?’ diyordu. Dikkat edin. Şüphesiz Allah’ın yardımı pek yakındır.”1
Allah Azze ve Celle ilk Müslüman cemaat olan Ashab-ı Kiram’a böyle hitap ediyor, dikkatlerini kendilerinden önce yaşamış olan mü’min cemaatlerin tecrübelerine ve seçilmiş kullarının eğitilmesine ilişkin ilahi kanununa (Sünnetullaha) yöneltiyor. O seçilmiş kullar ki, yüce Allah, sancağını onların ellerine veriyor, yeryüzünde halifesi olma emanetini, sistemini ve şeriatını omuzlarına yüklüyor. Bu hitap, aynı zamanda bu büyük görevi üstlenen, bu son derece önemli misyonu taşımayı seçen herkese yöneliktir.
Bu ayetin anlatmış olduğu tecrübe; köklü, düşündürücü ve ürkütücüdür. O dönemin peygamberi ile çevresindeki mü’minlerin sorusunu düşünelim. Bu soru Hakka ulaştığı kesin olan bir peygamber ile kendi çevresindeki Allah’a inanmış kimseler tarafından soruluyor. Soru: “Allah’ın yardımı ne zaman?” şeklindedir. Bu soru bize böylesine Hakka ulaşmış kalpleri sarsan sıkıntının çapını somut olarak anlatacak niteliktedir. Sözünü ettiğimiz soylu kalpleri baskısı altına alan sıkıntı tarif edilmez boyutlara ulaşmış ki, bu kalplerden “Allah’ın yardımı ne zaman gelecek?” şeklinde iç hallerini dışa vuran bir soru yükselmiştir.
Kalpler, bu sarsıcı sıkıntı karşısında sebat edince, direnişini sürdürünce, işte o zaman yüce Allah’ın vaadi gerçekleşir, O’nun yardımı imdada yetişiverir: “İyi bilin ki, Allah’ın yardımı yakındır.”
Bu yardım onu hak edenler için hazır bekletiliyor. Fakat onu ancak sonuna kadar direnmeye devam edenler, sebat edenler hak edebilir. Sıkıntıya ve darlığa göğüs gerenler, sarsıntıya kapılmaksızın bu direnişi gösterenler, zulüm karşısında baş eğmeyenler, yüce Allah’ın bu yardımını dilediği kimselere göndereceğine kesinlikle inananlar, hatta sıkıntı doruk noktasına ulaştığı anlarda bile yalnızca Allah’ın yardımını gözleyenler; başka hiçbir çözüme, Allah’ın katından gelmeyen herhangi bir desteğe kesinlikle ümit bağlamayanlar bu yardıma hak kazanabilirler.
İşte mü’minler bu kesin direniş sayesinde cennete girerler, buna lâyık olurlar, buna öncelik kazanırlar. Cihattan, imtihandan, sabırdan, direnişten, sebattan, sırf Allah’a yönelmekten, bilinçlerinde sırf O’nu yaşatmaktan, O’nun dışındaki her şeyle ve herkesle bağını kopardıktan sonra gelen bir hak ediştir bu.
Mücadele ve bu mücadele sırasında gösterilen sabır, vicdanlara güç verir; onlara kendilerini aşma imkânı sağlar, onları potasında eritip arındırır; cevherlerini saf ve parlak hale getirir. İnanca derinlik, güçlülük ve canlılık bağışlar. Bunun sonucu olarak o inanç sistemi düşmanlarının gözünde bile parlak görünür. O zaman söz konusu düşmanlar akın akın Allah’ın dinine girerler. Bu, dün olduğu gibi bugün de daha yolun başında taraftarlarının birçok eziyetle karşılaştığı her hak davanın karşılaşacağı bir sonuçtur. Öyle ki, bu taraftarlar karşılaştıkları eziyetlere sabırla katlandıklarında daha önce kendileri ile savaşan düşmanlarının saflarına katıldıkları, en şiddetli hasımların ve katı inatçıların kendilerini desteklemeye yöneldikleri görülür.
Hücuma uğrayan çağrının taraftarlarının ruhları bütün yeryüzü güçlerinin, bu güçlerin şerlerinin ve fitnelerinin üzerine yükselir. Bu ruhlar rahat ve refah düşkünlüğünün, son olarak da yaşama hırsının tutsaklığından kurtulur. Bu kurtuluş bütün insanlık hesabına bir kazanç olduğu gibi dünyaya ve sıkıntılarına tepeden bakma yolu ile bu sonuca ulaşmış olan ruhlar hesabına da bir kazançtır. Öyle değerli bir kazanç ki, Allah’ın yüce sancağını yükseklerde dalgalandırma görevini, O’nun emanetini, dinini ve şeriatını üstlenmiş olan mü’minlerin çekmiş oldukları bütün acılardan ve sıkıntılardan daha ağır basar.
Bu kurtuluş, sahibini son çözümde cennet hayatına layık hale getirecek faktördür. İşte yol budur. Yüce Allah’ın gerek ilk Müslüman cemaate ve gerekse her kuşaktan Müslümanlara anlattığı gibi yol budur. Yani iman ve cihad, sıkıntı ve meşakkat, sabır ve direnme ve sırf Allah’a yönelme yolu. Arkasından zafer ve daha sonra da cennet mutluluğu gelir.
Sorulan soru aynı zamanda Müslümanların vicdanlarındaki inanç uyanıklığını ve bu inancın ne kadar etkili olduğunu, mü’minlerin gündelik hayatının her olayı ile ilgili olarak inançlarının hükmünü bilmeyi nasıl arzu ettiklerini, davranışları ile inançlarının arasında uyum sağlamaya ne kadar önem verdiklerini ortaya koyar. Bu tutum Müslüman olmanın belirtisidir. Yani Müslüman, hayatının küçük büyük her olayı, her gelişmesi ile ilgili olarak, İslam’ın hükmünü araştırmalı, İslam’ın o konudaki hükmünün ne olduğunu kesin olarak anlamadan hiçbir davranışa girişmemelidir. İslam’ın onayladığı uygulama onun ilkesi ve kanunu olacağı gibi İslam’ın onaylamadığı uygulama ona yasak ve haram olur. İşte bu duyarlılık; bu inanç sistemine inanmış olmanın kesin belirtisi, göstergesidir.
Bunun yanı sıra bu bölümdeki bazı sorular Yahudilerin, münafıkların ve müşriklerin bir kısım İslâmî uygulamalarla ilgili olarak çıkarmış oldukları hilekâr yaygaralar sebebiyle gündeme gelmiştir. Bu durum Müslümanları bu konularda soru sormaya sürüklemiştir. Kur’an-ı Kerim, bu meselelerde mü’minlere kesin bilgi sunmakta, komploları boşa çıkarmakta, fitnelerin kökünü kurutmakta ve hilekâr düşmanların tuzaklarını kendi boyunlarına geçirmektedir.
- Bakara, 214