Alıntı

Münferit Olarak Sadece Meal Okuyarak Din Öğrenilir Mi?

Paylaş:

Kur’an’a bizzat başvurmak, sadece âlimlerin, âriflerin varlığını reddetmekle değil, bütün bir İslamî anlayış ve birikimi reddetmekle eşanlamlıdır. Meselenin “Kur’an’ı anlama çabası” gibi masum söylemlerle perdeleniyor olması kimseyi aldatmamalı. Zira bu tavır bir “farklılık arayışı”nın, daha doğrusu “farklı din arayışı”nın ürünüdür. Sahabe’den bize intikal eden İslam, Kur’an’a bizzat başvurma ihtiyacı hisseden çevreleri rahatsız ediyor. Farklı, yeni ve “çağa uygun” bir din arayışı peşindeler. Bunu bulabilirler mi? Teorik olarak evet. Ama buldukları o şeyin “İslam” olma şansı yok.

Herkesin kendi heva ve hevesleri doğrultusunda hüküm koyacağı “ben böyle anlıyorum” demenin hazzını tepe tepe yaşayacağı bir ortam arayışı var. Allah-u Teâla’nın muradını yakalamanın peşinde olmakla çağdaş değerlerle çatışma teşkil etmeyen bir din peşinde olmak arasındaki fark, İslam’a teslim olmakla İslam’ı teslim almak arasındaki fark kadardır.

Türkiye’de uzun yıllar Hasan Basri Çantay merhumun meali gibi birkaç meal vardı sadece. Sonra bir şeyler oldu, meallerin sayısı akıl almaz bir hızla arttı. Ne oldu da böyle oldu? İnsanlar Çantay mealinde ne bulamadı da yeni meal arayışları gündeme geldi? Mesele Kur’an’ın muhtevasından haberdar olmak ise

Çantay meali bunu pekâlâ yapıyor?

Demek ki burada bir “farklılık arayışı” var. Bilhassa meal okumayı teşvik eden çevrelerde önerilen mealin hangisi olduğuna da dikkat etmek lazım. Niçin Çantay meali ya da Bilmen yahut A.F. Yavuz meali değil de Esed meali veya Y. N. Öztürk meali yahut İslamoğlu meali?

Bu, gerçekten iyi okunması gereken bir süreç. İnsanlara “Allah kelamı” diye bir kısım meal yazarlarının sakat din tasavvurları, yetersiz ve nahif Kur’an anlayışları ve bozuk itikatları pazarlanıyor. Söz konusu Allah kelamı olunca da akan sular duruyor tabii.

İnsanımız şunu anlamalı: Meal okuyarak din öğrenilmez. Öyle olsaydı, meal olgusunun ortaya çıkıp yaygınlaştığı modern zamanlara gelinceye kadar bu ümmetin dininden-imanından habersiz yaşadığını söylememiz gerekecekti!

Elbette Kur’an’la irtibatımız daim olmalı. Elbette Rabbimizin bizden ne istediğini bilmek durumundayız. Ama bunun yolu meal okumak değildir. Bunun yolu “ilahî kelam”ı olabildiğince bütün yönleri ve anlam katmanlarıyla dikkatimize sunan İslamî ilimler ve onların vücut verdiği eserlerdir. Akaid’den fıkha, tefsirden hadise ve bunların usullerine kadar devasa bir dünya var önümüzde. Cihan devletlerine ve evrensel medeniyetlere vücut vermiş bir müktesebattan bahsediyoruz. Ufkuyla, cesaret ve cesametiyle, derinlik ve dirayetiyle büyük insanlar ve büyük toplumlar inşa etmiş olan bu müktesebat, bugünün insancıkları ve toplumcukları söz konusu olduğunda kifayetsiz kalıyor?

Efendimiz bu dini insanlara “tebliğ” yanında “beyan” göreviyle de muvazzaftı. Demek ki O’nu görmezden gelerek, O’nun beyanlarına ve rehberliğine kulak tıkayarak Allah’a kul olmak mümkün değil.

Meal Müslümanlığı bize –kendisini öyle takdim etmese de– fiilen Kitabullah’ın, Peygamber olmadan da anlaşılabileceğini telkin ediyor. Hatta bunun “en sağlam” iş olduğunu, bir “vecibe” olduğunu söylüyor. Yahudilerin Peygamber’e (Hz. Musa) rağmen bir Yahudi şeriatı ortaya koymalarını ve Hz. Musa’dan sonra gelen peygamberlerle bu şeriatı muhafaza adına mücadele etmelerini çağrıştıran bir durumla karşı karşıyayız.

Meal olgusu bizi hadisten, tefsirden, fıkıhtan, akaidden uzaklaştırdığı ölçüde tehlikelidir. Çünkü meal olgusu bütün bu ilimleri dünyamızdan uzaklaştırarak kocaman bir boşluk oluşturuyor. Bu boşluğu kim/ne doldurur? Kaygım bu sorunun cevabının nasıl verileceği noktasında…

Bu ülkede yıllardır bir kesim, bir kesimin halkı İslam adına sömürdüğünü, aldattığını söyler durur. Hatta o kesim, bütün varlık sebebini bu söylem üzerine bina etmiş durumdadır. Bütün kariyerini, şöhretini, “servetini” bu söyleme borçludur.

Vakıa bu ülkede halkı “Allah” diyerek, “Din” diyerek aldatan, sömüren, yüce değerleri menfaat aracı olarak istismar eden bir kesim mevcuttur ve bu kesim de aynı şekilde servetini bu söyleme borçludur. Ancak bu arıza, asla bir başka arızanın “meşruiyet” sebebi olamaz.

Halkı “Allah” diyerek”, “Din” diyerek aldatanlar bulunduğunu söyleyenler, bu yanlışlığın “Kur’an’dan uzaklaşma”nın sonucu olduğu tespitinde birleşirler. Onlara göre halk Kur’an’la amel etse, bu arızaların hiç birisi vücut bulamayacaktır.

Meselenin can alıcı noktası işte bu tespitte yer alıyor. Halkı Kur’an’a çağıranlar bunu, “Kur’an’ın korunmuşluğu”na dayandırarak yapıyor. Başta Sünnet olmak üzere diğer delillerin böyle bir koruma altına alınmamış olması (!) onlara göre yalnızca Kur’an ile yetinme tavrının en temel gerekçesidir. Mademki İslam’ın bu tek ve ana kaynağı her türlü tahriften masumdur; o halde problemlerimizi sadece ona götürerek çözmekten daha makul ve gerekli bir şey yoktur. Mantık bu!

Burada Sünnet’in, Sahabe’nin, Fıkh’ın ve fukahanın niçin devre dışı bırakıldığı sorusunun cevabı elbette önemlidir. Fakat bunlardan daha öncelikli bir mesele var ki, ona dikkat etmediğimiz zaman eninde sonunda varacağımız nokta, halkı Kur’an ile aldatanların bulunduğu nokta olacaktır. Kasdettiğim mesele şudur: Kur’an’ın korunmuş olmasının, onların Kur’an’dan çıkardığı hükümlerin doğru olup olmamasıyla en küçük bir ilgisi yoktur. Bir başka şekilde söylersek, Kur’an ayetlerinin sübutunun kat’î olması, onların Kur’an ayetlerine yüklediği anlamın da kat’î olmasını gerektirmez. Bu ikisi birbirinden tamamen farklı şeylerdir.

Halkı Kur’an’a çağıranlar, aslında Kur’an’dan kendi anladıkları şeye, Kur’an ayetlerine kendilerinin yüklediği anlamı kabule davet ediyor. Bir yanlışlığa parmak basarken, onun çaresinin kendi Kur’an tasavvurlarında, Din anlayışlarında olduğunu söylüyorlar. Oysa söz konusu yanlışlığın “yanlışlık” olduğunu söylemek için farklı bir Din tasavvuru inşa etme gayretkeşliğine soyunmanın gereği de yok meşruiyeti de? Tarih içinde, uygulamada zaman zaman aksaklıklar olsa da, en azından kitabî olarak mevcudiyetini sürdürmüş ve günümüze kadar öylece gelmiş olan sahih çizgi, hakkı hak, batılı batıl olarak görmüş, doğruya doğru, eğriye eğri olarak hak ettiği hükmü vermiştir.

Hal böyleyken yeni bir Din tasavvuru inşasına soyunmak, yeni bir bid’at mezhep inşa etmektir. Bu bid’at oluşumun Kur’an anlayışında Sünnet, ismen mevcut olsa da cismen ve fiilen yok. Onların Kur’an anlayışında külfet yok, “imtihan” yok, ahiretin dünyaya öncelenmesi yok… Hele Ümmet’in tarih içinde ortaya koyduğu müktesebatın esamesi bile okunmaz. Oysa neyi kaybettiğinin farkında olmayan, neyi arayabilir?!

Bu noktada kendilerine karşı herhangi bir itiraz vuku bulduğunda, durumu “Kur’an’a itiraz ediliyormuş” gibi takdim ediyorlar büyük bir el çabukluğuyla.

Oysa aynı Kur’an’dan hareketle tarih içinde ortaya konan müktesebat ile bunların davet ettiği şey arasında uçurumlar mevcut.

Bütün mesele, Sünnet’e söyletemediklerini Kur’an’a söyletme arayışıdır aslında. Biliyorlar ki Sünnet olmadan Kur’an, adeta boşlukta duran bir metindir; bizi Muradullah’a yönlendirme konusunda önümüze net, kesin ve keskin hatlarla belirlenmiş bir yol haritası çizmez. Bu sebeple tarih boyunca ortaya çıkmış olan bid’at fırkaları, davalarını Kur’an ayetleriyle destekleyebilmişlerdir. Yine bu sebeple Efendimiz, Ümmet’in 70 küsur fırkaya ayrılacağını bildirdiği hadiste “kurtuluşa eren fırka”nın özelliğini, kendisinin ve ashabının üzerinde bulunduğu yolda yürümek” olarak tayin ve tarif buyurmuştur.

Bunun anlamı, Kur’an’ın, Muradullah’a uygun biçimde ancak ve ancak Sünnet’in ve Sahabe’nin rehberliğinde anlaşılabileceğidir. Kur’an ile aldatanlar bunun farkında olduğu için Sünnet’le ve Sahabeyle başları pek hoş değildir.”

http://www.gulistandergisi.com/dergi_oku.php?id=1677