“Göklerin ve yerin yaratılması ile dillerinizin ve renklerinizin ayrı olması, O’nun ayetlerindendir. Şüphesiz bunda, âlimler için gerçekten ayetler vardır.”1
“Ey insanlar, biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve birbirinizi tanımanız için sizi milletlere ve kabilelere ayırdık. Allah katında en üstün olanınız Allah’tan en çok korkanınızdır. Allah bilendir, haber alandır.”2
İnsanların farklı dillerde, renklerde ve ırklarda yaratılmış olması her şeyden önce Allah Celle Celaluhu’nun takdiridir. Bu çeşitlilikte birçok hikmet olmakla birlikte en önemlisi (ayetin de ifadesiyle) tanışma vesilesidir. Bununla beraber insanda var olan kendi ırkını sevme, kendi akrabalarına daha fazla değer verme fıtrî bir özelliktir. İslam bu fıtrî özelliğe bir ölçü getirmiştir. Tercih etme sonucu elde ettiğimiz din kimliği en üst kimliktir ve asıl belirleyici olan da odur. Diğer kimlik belirleyicileri (cinsiyet, anne-baba, ırk ve memleket gibi) bizim tercihimize bırakılan bir konu olmayıp doğrudan Allah’ın takdiridir ve bu durumun övünme veya yerinme meselesi edinilmesi de haddizatında gereksizdir. İslam’a göre üstünlük, izzet, asıl övünülecek şey Allah’a olan imanımızda ve Allah korkusu diye tabir edebileceğimiz takvamızdadır. Dolayısıyla zannedildiği gibi üstünlük bir kimsenin damarlarında, kanında ya da renginde değil aksine Allah’ın rızasına uygun olarak seçip tercih ettiği şeylerdedir. Bu kısa izahatı yapmamın sebebi İslam kardeşliği üzerine bina edilmesi gereken Türk-Kürt kardeşliği konusuna bir girizgâh olsun diyedir. Türk-Kürt kardeşliği coğrafi, kültürel ve bir arada yaşamaya mecburi olmanın yanında bir tercih sebebi olan din kardeşliğine dayanmaktadır. Bu kardeşliğin geçmişine bir göz atacak olursak, bu kardeşliğin nasıl başladığını, neyle sağlamlaştığını, ne gibi sebeplerle bozulduğunu görmüş olacağız.
Mezopotamya bölgesi (Ortado-ğu’da, Fırat ve Dicle nehirleri arasında kalan bölge) nice halklara, kavimlere yurt olmuş, nice medeniyetlere beşiklik yapmıştır. Burada, tarihte bilinen en eski kavimler olan Sümerler, Akadlar, Asurlular, Elamlar ve diğer kavimler boy göstermişler, sonrasında medeniyetlerini hatırlatan bazı kalıntıları günümüze bırakarak tarih ve dünya sahnesinden çekilmişlerdir. Nuh tufanının burada cereyan ettiğine dair rivayetleri dikkate alacak olursak çok daha kadim bir bölge diyebiliriz. Bu bölge eski olmasının yanısıra tarih içerisinde en hareketli, en karışık bölgesidir aynı zamanda. İnsanlık tarihi boyunca yeryüzünün siyasi açıdan en karışık bölgesi neresidir diye bir soru yöneltilse, herhalde birçok insan bu soruya “Ortadoğu” diye cevap verecektir. Küresel güçlerin emperyalist emelleri, ülkemizin Güneydoğusundaki gerginlik ve sınırlarımızdaki hareketlilik bu bölgenin önemini bir kez daha gözler önüne sermiştir. Aynı zamanda bu bölge kardeşliğin yaklaşık bin yıl önce başladığı yerdir. Kardeşliğin başladığı yerde kardeşliği bitirmek ve böylece bölgeyi sömürüye açık bir hâle getirmek istiyorlar.
Selçuklu ve Osmanlı Dönemi
Türklerin Anadolu’ya girdiği 1071 Malazgirt Savaşı’nda bölgede mukim olan Kürtlerin savaş sırasında yardımlarıyla başlayan kardeşlik bağları, Osmanlı zamanında daha da kuvvetlenmiştir. Yavuz Sultan Selim döneminde Anadolu’da karışıklık çıkaran Safevilerin üzerine gidilip Çaldıran’da kesin bir zafer elde edilmesinde de bölgede bulunan Kürt aşiretlerinin rolü büyük olmuştur. Osmanlı tarihinin dönüm noktalarından olan bu savaşta Anadolu’nun değişik bölgelerindeki Türkmen boyları Şah İsmail’i desteklerken, Kürtler; Şeyh İdris Bitlisî’nin liderliğinde (27 aşiretin birleşmesiyle) kendileri gibi Sünni olan Osmanlı’nın yanında yer almışlardır.3 Müslüman tebaa arasında Osmanlı Devleti’ne sadakatte en ileri giden milletlerin başında gelen Kürtler, imparatorluğun bekasına yönelik dış tehditlerde (Safeviler, Ermeniler, Ruslar) hep devletin yanında yer almışlardır.4 Bunun en bariz sebebi Osmanlı’da yönetimde İslam dininin kurallarının hakim olması, hak ve adalet anlayışının tüm kesimlere yönelik olmasıydı. Muhterem Hocamızın tespitiyle “din çimentosu” toplum içindeki farklı unsurları İslam kardeşliği potasında eritiyor, ortak paydada tüm toplum birleşmiş oluyordu. Kimse kimsenin etnik kökeniyle, diliyle uğraşmıyor, hak ve özgürlükler yürürlükte olan İslam kanunlarıyla muhafaza ediliyordu.
Fransız İhtilâli, Sanayi Devrimi ve aydınlanmadan sonra ortaya çıkan modern ulus-devlet rüzgârı, her yeri etkilediği gibi, yıkılmak üzere olan Osmanlıyı ve içinde barındırdığı ırkları da etkiledi. 20.yy’ın başlarında Sevr Anlaşması’ndan sonra İngilizlerin ve Fransızların vaatlerine kanan Araplar, imparatorluktan ayrılınca Kürtler için de bir yol ayrımı durumu yaşandı. Musul’da toplanan Kürt aşiretleri bir karar vermek durumunda kaldılar: “Biz de Araplar gibi halifeden ayrılalım mı, yoksa halifenin yanında mı yer alalım?” dediler. Şeyh Mahmud Elberzenci liderliğinde toplanan bu topluluğun kararı halifeyle (dolayısıyla Türklerle) birlikte hareket etmek olmuştur. Osmanlı’nın son dönemlerinde bir kaç ayaklanma olmuşsa da bunlar genellikle nüfuzunu artırmak isteyen beylerin çıkardığı isyanlardır.5 Genele yayılacak olaylar değildir.
Cumhuriyet Dönemi
Kurtuluş Savaşı yıllarında Anadolu’nun savunulmasına büyük katkılar sağlayan Kürtlere yönelik politika başlangıçta dostane idi. Hatta Mustafa Kemal, 1923’te İzmit’te yaptığı bir toplantıda, doğudaki Kürt bölgelerine belirli ölçülerde özerklik verilebileceğini dile getiriyordu. Ancak 1924 yılında bu politikadan vazgeçildi.6 Bu dönemde göze çarpan en önemli husus, dinin hakimiyetinden sıyrılmış, beşeri ideolojilerden alınan kanunlarla yönetilen bir toplum meydana getirilmişti. Ümmet temelli bir sistem üzerine kurulu Osmanlı Devleti’nin yıkılmasından sonra, batılı değerler üzerine bina edilip oluşturulan ulus devletler, Kürtlere zorla boyun eğdirme, asimile etme veya yok sayma politikalarını dayattılar. Bugün Kürt sorunu denilen şeyin temelinde bu gerçeğin yattığını asla unutmamak gerekir. Bu tarihi gerçek görülmeden ve hesaba katılmadan bu sorunu doğru bir şekilde anlamak ve çözmek mümkün değildir.
Halka rağmen ama halkın yararına(!) olduğu söylenen bir takım inkılaplar yapılmış, toplum bir yandan bütün geçmiş tarihî ve kültüründen soyutlanmış, diğer yandan ümmet anlayışı yerine ulus-devletçiliğin hakim olduğu, ırk vurgusunun belirgin olduğu bir kalıba sokulmak istenmiştir. Kaldırılan “din çimentosu” yerini ırk çimentosuna terkedince kardeşlik binasının temelleri, tuğlaları ayrılmış, asabiye duyguları tahrik edilmiş, bu yönde tahakküm ve zulümler yapılmıştır.Bu zamanda hem etnik kimliği dolayısıyla hem de dinî kimliğinden ötürü bölgedeki Kürtler iki yönden zulüm görmüşlerdir. Hilafetin ilgası ve akabinde cereyan eden Şeyh Said kıyamı (resmi tarih isyan dese de biz kıyam demeyi uygun buluyoruz), bölge üzerinde daha fazla tahakküm ve zulümlere yol açmış, tüm bunlar kardeşlik anlayışlarına zarar vermeye devam etmiştir. Her ne kadar bazıları bu ayaklanmanın bir Kürt Devleti kurma adına olduğunu iddia etseler de bunun doğru olmadığı İstiklâl mahkemelerinde Şeyh Said rahmetlinin verdiği ifadelerden anlaşılmaktadır.7 Resmi ideolojinin baskıları, asimilasyon, yok sayma çabaları, Kürt kimliği dışında farklı bir etnisite arayışları (Dağ Türkleri denmesi gibi) Müslüman Kürt halkının asabiyet damarlarını sürekli tahrik ediyor, onları İslam dışındaki hareketlere manipüle etmek isteyen güçlerin ekmeğine yağ sürüyordu.
1946’dan sonra 10 yıllık Demokrat Parti döneminde bölgeye ekonomik yatırımların yapılması, farklı politikaların izlenmesi kısmen yaralara merhem olsa da, 27 Mayıs 1960 darbesiyle tekrar siyasal ve ekonomik gelişmeler bıçak gibi kesildi. 1970’lerde Kürt hareketi kimlik değiştirdi ve Türk solunun etkisine girdi. O yıllarda Türk solu tarafından düzenlenen doğu mitingleri birçok Kürt gencinin sol devrimci görüşleri benimsemesine neden oldu. Müslüman Kürt halkı tabanında ilk yıllarda yer edinemeyen PKK, zaman içerisinde bölgedeki yanlış politikaların, hatalı İslamî anlayışların ve tam manasıyla sağlanamayan İslam kardeşliğinin etkisiyle her geçen gün taraftar kazandı. Sırf kimliğinden ötürü, insan olmanın gereği herkesin sahip olması gereken bazı hakların yok sayılması, Ulus-devlet modelinin kendine has dayatmaları gibi politikalar insanların dağa çıkmasını, terör örgütünün saflarına katılmasını hızlandırdı. Sol kökenli bir örgüt olarak ortaya çıkan PKK ve sonrasındaki süreçte yaklaşık 35-40 bin insanımızın öldüğü, 2600 köyün yakıldığı, binlerce insanın bölgeden göç etmesine sebep olayların yaşandığı acı bir tablo ortaya çıktı. Müslümanlar açısından işin vahameti daha büyüktü. Bölgede tüm bunlar yaşanırken akl-ı selimle yaklaşmak, İslam’ın tanıdığı hak ve özgürlüklerin verilmesini sağlamak, mazlumlara sahip çıkmak gerekirken, bunların yapılmaması bölge insanında İslam’ın zulme rıza gösteren ve toplumdaki olup-bitene seyirci kalan bir din olduğu zannına kapılmalarına sebep olmuştur. Böylelikle “din halkların afyonudur” sözünü söyleyenler adeta bu yanlış din telakkileri yüzünden haklı çıkarılmışlardır. Bugün bile gerçekleri konuşmamak, durduk yere zulümlerden bahsederek kendimizi tehlikeye atmamak ve böylece birileri tarafından şucu bucu fişlenmesine maruz kalmamak en geçerli strateji olarak benimseniyor İslamî çevrelerde. Böylelikle gerçekten zulme uğrayan, mazlum durumda olanlar da kendilerine uzatılan elin mahiyetini sormadan tutup ayağa kalkmak istiyorlar. Sonuçta kardeşler arasındaki boşluk daha da derinleşmiş oluyor, Kürt halkı hem İslamî kimliğini kaybediyor, hem de küresel güçlerin emellerine hazır hâle getiriliyorlar. Hatta biz sahip çıkmazsak, biz elimizi samimane ve kardeşçe uzatmazsak kıtalar ötesinden bazı kirli eller uzanacaktır, bunu bilmelidir Türkiyedeki Müslümanlar. Onların uzanan kirli eliyle, emperyalist emelleriyle sadece Kürt kardeşlerimizden değil belki de bazı topraklarımızdan da kopmuş olacağız.
“...Ya bölge halkları olarak bu soruna âdil, tatminkâr ve kalıcı bir çözüm bulacağız veya birileri dışarıdan gelip bildiği ve işine geldiği gibi “çözmeye çalışacak”tır. Uzun zamandır ABD’de Kürdistan haritaları çizilip yayınlandığını biliyoruz. Şimdi bu açıktan telaffuz edilmeye başlandı: Dünya Bülteni’nde yer alan habere göre (12.03.2015) ABD’nin 2016 yılı Başkanlık seçimleri için adaylardan biri olan Senatör Rand Paul, seçim vaatleri arasına “Kürtleri” de kattı. Paul, Kürtlerin kendi devletlerini kurma imkânının tanınması gerektiğini belirterek, “Ben Kürdistan için yeni sınırlar çizeceğim ve onlara yeni bir ülkenin sözünü veriyorum” dedi.8 Bakınız, Türkiye’nin Ortadoğu meselesinde en yakın müttefiki olan ABD kendi içinde bölgedeki kaosu kendi lehine çevirmenin altyapısını oluşturuyor. Türkiye, İran, Irak ve Suriye topraklarında bulunan Kürtlere “Bağımsız bir Kürdistan” sözünü vererek şimdiden kendisine müttefik yapıyor ya da böyle bir şeyi yaparım diyerek aba altından bu dört ülkeye sopa gösteriyor. Aslında Batılılar için önemli olan menfaatleri olduğu için işlerine gelen bölgenin çatışma ve istikrarsız olması, daima bir kaosun hüküm sürmesidir. Kurdurulacak bir Kürt devleti ile bu emellerine ulaşmak istemektedirler. Aslında bu dört ülke kendi içinde İslam’ın emri gereği kavimlere tanıdığı hakları bünyelerindeki kavimlere tanısalardı, hakiki manada İslam kardeşliğini tesis etselerdi, bugün böyle bir bölünme tehlikesi de, kardeş kavgaları da olmayacaktı. Kendi ülkemiz için söyleyecek olursak; 35-40 bin insanımızın hayatına mal olan hadiseler olmayacaktı, içeride kardeşliği tesis etmiş bir ülke olarak dışarıya karşı da güçlü olacaktık. İsrail arz-ı mev’ud planlarını, ABD, Rusya ve diğer küresel güçler emperyalist düşüncelerini elbette uygulayacaklar ve bugüne kadar da yaptılar. Tarihte bizi bölen şeyler ne ise o bölgede o kartı kullanıyorlar. Irak’ta ve Suriye’de mezhep kavgalarını körüklediler, Türkiye’de mezhepsel kavga (alevi-sünni) pek tutmadığı için burada sağ-sol ya da ırkçılık kartını öne sürüyorlar ve bölge insanını bir şekilde tuzaklarına düşürüyorlar.
Fitne ve tuzaklara düşmemek; evvela Allah’ın yardımıyla, sonra İslam kardeşliğinin sağlam tesis edilmesiyle, kavganın ve çatışma dilinin kimseye fayda getirmediğinin aksine barış ortamında silahların susacağının anlatılmasıyla mümkün olabilir. İslam’ın, her bir insana tanıdığı haklar etnik kimliğine bakılmaksızın verilmelidir. Son söz olarak bu konuda Muhterem Hocamızın, bu olaylarla ilgili adres gösterdiği âdil ve tarafsız hakeme vurgu yapmak istiyorum: “Bu meselede yapılması gereken tarafların Allah’ın kitabına başvurmasıdır, Kur’an hakem olsun, silahlar sussun, barış ve kardeşlik olsun” sözünü hatırlatarak kardeşliğin yeniden tesis edilmesi için çalışanlardan olmayı diliyorum. Rabbim tüm meselelere Kur’an ve Sünnet penceresinden bakıp değerlendirebilmeyi, her daim istikamet üzere kalabilmeyi bizlere nasip eylesin. Âmin.
1) Rum, 22.
2) Hucurat, 13.
3) Ömer Turan, Medeniyetlerin Çatıştığı Nokta ORTADOĞU, s.391.
4) Ömer Turan, Medeniyetlerin Çatıştığı Nokta ORTADOĞU, s.392.
5) Ali Bulaç, Demokrasi Hukuk ve İnsan Konferansı Panel Sunumu, Diyarbakır, 1997, s.396.
6) Turan Yavuz, ABD’nin Kürt Kartı, İstanbul, Milliyet Yayınları, 1998.
7) Hasan Hüseyin Ceylan, Din/Devlet İlişkileri, Cilt-1, Rehber, 1993.
8) Ali Bulaç, 14.03.2015 tarihli Zaman Gazetesi, Kürdistan ve Coğrafya başlıklı yazısı