Beşerî ideolojilerin temeli Batı medeniyetine dayanmaktadır. Batı medeniyetinin ortaya çıkması ise Haçlı Seferleriyle İslam Medeniyeti ile tanışması, sonraki süreçte gerçekleştirdiği coğrafi keşifler, Rönesans ve Reform hareketleri sonucunda olmuştur. Bir Batılı yazar olan Bodley’in1 söylediği “Rönesans’ı İslamiyet’e borçluyuz” sözü, Batının teknolojik gelişmişliğinin kökeninde İslam medeniyetinin olduğunun açık bir kanıtıdır. O dönemden sonra Batı gelişmeye, Müslümanlar ise gerilemeye başladılar. O güne kadar yaklaşık bin yıllık İslam’ın hâkim olduğu bir dünya söz konusu iken, sonraki 2-3 asırlık dönemde hakimiyet Batı’nın eline geçmiştir. Batı maddi olarak gelişirken her geçen gün manevi olarak geriledi. Hayata sadece maddi açıdan bakan ideolojileriyle Batı, tüm insanlığı felakete sürükledi. Bir süre sonra elde ettiği maddi kalkınmayı (teknoloji ve bilimi) da diğer toplumları sömürmek için kullandı.
Batı medeniyeti ve onun yol açtığı beşerî ideolojilerin temelinde insanın haddini aşması yatmaktadır. İnsana hidayetin yolunu göstermek, gerçek istikameti ortaya koymak vahyin kılavuzluğunda olması gereken bir durum iken, insan bu vazifeye soyunmuş, neticede hem kendisini ve toplumunu hem de gelecek nesilleri tehlikeye atmıştır. Böylelikle bırakın insana yol gösterici ve rehber olmasını, tam tersine insanlığın başına bela olmuş, her bir ideoloji peşinden sürüklediği kitleleri uçurumun eşiğine getirmiştir. Bir medeniyet düşünün… İçinden birbirine tepki olarak doğmuş birçok ideolojiyi barındırıyor ve bu ideolojiler arasında kıyasıya rekabetler/savaşlar oluyor. Hiçbirisi insana uygun bir toplum meydana getirmediği gibi insan fıtratını daha da bozuyor. Ayette ifade olunduğu gibi “O, iş başına geçti mi (dünyaya hâkim olduklarında) yeryüzünde bozgunculuk çıkarmaya, ekini ve nesli helak etmeye çaba harcar…”2 ise böyle bir medeniyet iyi olabilir mi?
İdeolojilerin Ortaya Çıkışı
İdeolojiler Batı menşeilidir ve Batı medeniyeti de özellikle Fransız İhtilali sonrasında kilisenin despot din anlayışından sıyrılmış ve Antik Yunan Dönemindeki çok tanrılı anlayışa dönmüştür. Sonrasında da tüm dinlerin tesirinden kurtulmuş(!), seküler bir anlayışa sahip olmuştur. Fransız İhtilali’ne kadar gelen süreçte kilise ve derebeyi iş birliğinden oluşan baskıcı otorite söz konusu iken, dengeler yeni sınıf olan burjuva lehine değişmiş, kilise ve onun dayattığı din anlayışı yüzünden tüm dinlere ve inançlara cephe alınmıştır. Burjuva sınıfının ortaya çıkması da Kapitalizmi doğurmuştur. Kapitalizmin elindeki sermaye, coğrafi keşifler sırasında Afrika’nın, ABD’nin keşfi ve oradaki yerlilerin çoğunun öldürülmesi, ellerindeki madenlerin sömürülmesi ile elde edilen kanlı sermayedir. Avrupa için ilerlemenin ve yükselmenin başlangıcı olan bu durum, Afrika gibi bölgelerin ise yüzyıllar sürecek kölelik ve geri kalmışlık serüveninin miladı olmuştur. Ali Bulaç’ın dediği gibi: “Kapitalizmin harcı Afrikalı zencilerin, Amerikalı Kızılderililerin ve Asyalı insanların masum kanıyla yoğrulmuştur.”3
Afrika ve ABD’deki yerlilerin çoğunun öldürülmesi ve ellerindeki malların gasp edilmesi neticesinde elde edilen kanlı sermaye, Fransız İhtilali’nin fitilini ateşleyen sermaye grubunun eline bu şekilde geçmişti. Kilise ve derebeyliklerinin gücünü kaybetmesi, yeni sınıfın onların yerini alması, devam eden süreçte giderek dinin etkisinin sıfırlandığı, dinin hayattan ve özellikle de yönetim kademesinden uzaklaştırılmasının getirdiği süreç ideolojilerin ortaya çıkmasına sebep oldu. Sonrasında var olan ideolojinin oluşturduğu sistemi beğenmeyenler alternatif ideolojilerin peşinden koşmaya devam ettiler. Kapitalizme reddiye olarak Komünizm ve Sosyalizm, her ikisine reddiye olarak da Faşizm ortaya çıktı. Bu durum kendilerince en mükemmel ideoloji olan Demokrasi’nin doğuşuna kadar devam etti. Tüm bu ideolojilerin birbirinden birçok farklı yönleri olabilir ancak ortak noktaları laik bir anlayışa sahip olmalarıdır. “Tanrının hakkı Tanrıya, Sezar’ın hakkı Sezar’a” prensibine göre din, tüm sosyal ve siyasal alandan uzaklaştırılmış, kişinin kalbi ile arada sırada uğradığı mabedi arasına sıkıştırılmıştır. Avrupa’da oluşan bu durumun bizdeki yansımaları Osmanlı’nın yıkılışına doğru ilerleyen batı hayranlığı ve toplumun tüm kesimlerinde batılı hayat tarzının emarelerinin görülmesi sonucuna götürmüştür. Batı medeniyetinin tesiri o kadar etkili olmuştur ki bağımsızlığını kazanan birçok İslam ülkesi batı kanunlarına göre yönetilmeyi kendi halklarına uygun görmüşlerdir. Fransızlara karşı 1,5 milyon şehit vererek bağımsızlığını kazanan Cezayir’in Fransız kanunlarını uygulamasında olduğu gibi… Aynı şekilde Kurtuluş Savaşı’nda “manda ve himaye kabul edilemez” sözleriyle başlattığımız savaşın akabinde savaştığımız ülkelerin kanunlarından oluşan karma yasaları kendi anayasamız olarak kabul etmemiz gibi…
Batı hayranlığının etkisiyle bir yandan dine ve değerlerimize ait ne kadar önemli şey varsa uzaklaştık diğer yandan batılı hayat tarzını benimseyerek ideolojilerin toplumu ve nesli ifsat etmesine zemin hazırladık. İslam’dan uzaklaşmanın ve ideolojilerin pençesine düşmenin faturasını ağır ödedik ve hâlâ ödemeye devam ediyoruz. İdeolojilerin şekillendirdiği dünya görüşü, elde ettiği bilimsel gelişmeler ve teknolojiyle her geçen gün kutsallarımıza daha acımasızca saldırdı. Dine ait ne kadar argüman varsa gericilikle yaftaladı, ilerlemeye engel olarak gördü ve hayatın dışına itti. Böylelikle ümmet coğrafyası; Kapitalizm, Sosyalizm, Faşizm, Laiklik, Sekülerizm, Demokrasi vs. tüm izmlerin/ideolojilerin at oynattığı bir alana döndü. Her bir ideoloji birçok yönden bozulmaya sebep olduysa da belki de en ağır faturayı aile mefhumu ödedi. Bunun nesle yansıması gelecek adına endişelerin artacağı ve gidişatın daha da kötüleşeceği inancını doğurdu. İdeolojiler dini inanışı hedef alıp zayıflatınca, haram-helal anlayışı kalmayan insanı artık ne zapt edebilirdi ki? Batı medeniyetinin şekillendirdiği kadın, erkeği rakip olarak gören feminist fikirler taşımaya, özgür olma adına aile kurmaktan uzaklaşmaya, anne ve eş olmaktan yalnızca kendini düşünen ferdiyetçi bir birey olmaya itildi. İdeolojilerin te sirindeki toplumlarda evlenme oranları azalırken gayri meşru ilişkiler ve boşanma oranları arttı. Bu da daha işin başında neslin oluşumunda sağlam temeller atılmasına engel oldu. Kadının iş hayatına daha fazla müdahil edilmesiyle çocukların yaşamın ilk yıllarında alacakları ve belki de onların gelecek hayatlarını etkileyecek ilk eğitim ve terbiyeleri bakıcıların insafına terkedildi. Bu duruma alternatif olacak eğitim süreci (ilk-orta-lise) de maalesef seküler ve laik anlayışın tesirinde olunca, ortaya, kutsala inancı olmayan, materyalist bakış açısına sahip, hayatı bir savaş alanı gören, ferdiyetçi bireyler çıktı.
Böylece ailede ve okulda gerekli eğitimi alamamış bireyler bir de medyanın ve yazılı neşriyatın dini hassasiyetleri tahrip eden bombardımanına maruz kalınca artık bu nesilden ne beklenir ki? Televizyonun ilk çıktığı yıllarda oynatılan aile mefhumunu hedef alan Dallas gibi diziler, Walt Disney’in subliminal mesaj içerikli ve bugün Batılı ülkelerce de eleştirilen çizgi filmleri yıllarca aile hayatımıza vurulmuş darbe değil miydi? Oradaki karakterlere özenen toplumların aile yapısı nasıl sağlam kalabilir ki?
Son dönemlerde oynatılan dizilerde aileyi hedef alan, boşanmayı ve gayrı meşru ilişkiler yaşamayı özendiren filmlerin çoğalması, toplumun bu duruma alıştırılmaya çalışılması neslin bozulmasında önemli etkendir. İdeolojilerin şekillendirdiği toplumlarda insanlar okumak, düşünmek ve sorgulamaktan çok tüketime, zevk ve eğlenceye yönlendirilmektedirler. Gençliğin ilgilendiği alanlara bakılırsa bu durum net bir şekilde anlaşılacaktır. Futbol, sinema yıldızı ve ses sanatçılarının idol olarak sunulduğu bir toplumda; insanlar kısa yoldan şöhret olmanın yollarını arayacak, bu yolda atacağı adımların kendisini ahlaki prensiplerden yoksun bırakıp bırakmayacağına aldırmayacaktır. Tam tersine hedefe giden her yol mubah anlayışına sarılacaktır. Bu tür eğlencelerin hayatın gayesiymiş gibi sunulması, insanı dünyaya asıl gönderiliş gayesinden uzaklaştırmakta, sadece zevklerinin peşinden koşan birisi yapmaktadır. Maalesef gençlik bu tuzaklara düşmekte ve hayatı kendisine sunulan tozpembe bir hayattan ibaret zannedip ahireti unutmaktadır.
Yapılan araştırmalar sonucu elde edilen istatistiklere göre Avrupa’da her dört dakikada bir intihar olayının meydana gelmesi, Fransa’da ortaokulda okuyan öğrencilerin %60’ının uyuşturucu madde kullanıyor olması, ülkemizde de uyuşturucu kullanım yaşının 12’lere kadar düşmüş olması, evlat ebeveyn ilişkilerinin sağlıksız olması, neredeyse tüm istatistiklerin olumsuz olması, Batı medeniyetinin ve onun doğurduğu ideolojilerin birer baş belası olduğunu tescillemektedir.
İdeolojilerin özellikle gençlerimiz üzerinde yaptığı tahribatı ve toplumu kutuplaştırmasını 1980’li yıllarda yaşayanlar acı tecrübelerle öğrenmişlerdi. O dönemde sağcılık/solculuk, Alevi/Sünni kavgası gibi ideolojik ve mezhepsel kutuplaşmalara zemin hazırlayanlar her iki tarafı kışkırtmak için özel çaba harcıyorlardı. 1980 yılından 32 sene sonra dönemin savcılarından biri şöyle diyor: “Aynı silahın hem sağcının hem solcunun eline verildiğini tespit ettik.”4 Osmanlı’nın yıkılmasıyla birlikte ümmetçi anlayışımızı ve kardeşliğimizi kaybettik. Bizi bir arada tutan din bağının yerine koyduğumuz ulusçuluk/ırkçılık anlayışı bizi büsbütün kamplara böldü.
Sonuç olarak İslam, hayatımızda ve toplumumuzda olmazsa, ideolojiler bir ahtapot gibi hayatımızın her alanına uzanacak, inancımız ve fikirlerimizden tutun da kılık-kıyafetimize varana kadar her şeyimizi Batı’nın istediği tarzda değiştirecektir. Bu durumdan kurtulmanın yolu; hayatımıza, aile ve toplumumuza Allah Azze ve Celle’nin gönderdiği hükümleri hâkim kılmalı, gençlerimizi Rabbani eğitimden geçirmeli, onlara sağlam bir temel atmalıyız. Aksi takdirde kaygan zeminlerde düşmekten kurtulmaları mümkün olmayacaktır.
1. R. V. C. Bodley, Biyografiler, Edebi Eserler, İslam kategorilerinde eserler yazmış bir yazardır.
2. Bakara, 205
3. Çağdaş Kavramlar ve Düzenler, Ali Bulaç, s. 32.
4. t24.com.tr/haber/corum-olaylarinin-savcisi-sagcilarla-solculari-vuran-silah-ayniydi,208514