Tarih

Ortaçağ KaranlIğI (!)

Paylaş:

İslam davetçileri, insanları âlemlerin Rabbi olan Allah’a teslim olmaya davet edip, İslam Medeniyeti’nin gerekliliğini anlattıkları zaman en sık karşılaştıkları itirazlardan birisi “Siz bizi tekrar Orta Çağ karanlığına mı döndürmek istiyorsunuz?” sözü olmaktadır. Bilinçaltına batı merkezli tarih anlayışı yerleştiği için böyle konuşan insanlarımıza bizim tarihimiz açısından Orta Çağın ne kadar aydınlık olduğunu, asıl karanlığın BATI(L) için geçerli olduğunu göstermek amacıyla bu yazımızda Orta Çağ karanlığı meselesinden bahsedeceğiz.

İlk Çağın sonu Orta Çağın başlangıcı olarak kabul edilen olay; 375 yılında Hun Türkleri’nin Orta Asya’dan batıya doğru ilerlemesi ve önlerine çıkan kavimleri de yerlerinden oynatmaları sonucu Avrupa’nın etnik, siyasi, sosyal ve kültürel yapısının değişmesine neden olan Kavimler Göçü’dür. İşte bu olaydan itibaren Fatih’in İstanbul’u fethettiği 1453 tarihine kadar olan döneme; ‘Orta Çağ’ denir.

Orta Çağın karanlık çağ olarak adlandırılması belki Avrupa açısından doğrudur (ama İslamiyet’in ortaya çıkması ve kurduğu medeniyetle siyasi, sosyal, askeri, ekonomik ve bilimsel olarak dünyanın en ileri seviyesinde olması nedeniyle Müslümanlar açısından asla karanlık bir çağ olarak adlandırılamaz.) şöyle ki: o dönemde Avrupa’da Hıristiyanlığın Katolik mezhebi yani Papalık hâkimdi. İnsanlar da genel olarak okuma yazma bilmediği, bilenlerin de (matbaa - kitap olmadığından, el yazması eserler çok pahalı olduğundan) kitap alıp okuması ekonomik olarak çok zor olduğundan Hıristiyan halk özellikle kutsal kitapları İncil hakkında sadece papazların ve Papa’nın yorumlayıp anlattıkları kadar bilgiye sahipti. Daha önceden (325 İznik Konsili’nde) de kafalarına göre dinlerini tahrif etmiş olan Hıristiyan din adamları çıkarlarına göre dinlerini bozmuş, halkın dinden uzaklaşması ve gittikçe dinsizleşmesine neden olmuşlardır. Çünkü; 1- Ne kadar günahkar olsalar da zengin olanlara, yaptıkları bağış karşılığında cennetten köşkler sattıkları ve günahlarından beraat ettiklerine dair Endülijans denilen belge verdikleri tarihsel bir gerçekliktir. Fakirler ise bağış yapacak paraları olmadığı için bu halleriyle cehennemlik olmuş oluyorlardı. Bunun yanında rahiplerin karşısında yaptıkları hataları itiraf etmek suretiyle günah çıkarma ayinleri de düzenlerlerdi. Hatta yeni doğmuş bir bebeğin günahkâr olduğuna inanılır ve onu günahlarından arındırmak için kilisede kutsal saydıkları bir suyla vaftiz ederlerdi 2- Papalık kendilerine karşı gelen siyasi liderleri, bilim adamlarını, burjuva sınıfından veya halktan istediklerini Aforoz ederek dinden kovmuş ve cehennemlik olmalarına karar vermişlerdir. 3-Bunun da ötesinde bir şehir, bölge veya ülkeyi tümden dinden çıkarma ve lanetleme anlamına gelen Enterdi uygulaması da meşhurdur. Papalık bir bölge için bu kararı aldığında orada vaftiz, cenaze defni veya evlenme gibi dini merasimlerin hepsi durdurulmuş olurdu. 4- Papalık kendilerine karşı fikir veya buluş ortaya koyan bazı bilim adamlarını Engizisyon Mahkemesi’nde yargılayarak idamına (yakılmasına) hükmetmiştir. Orta Çağın sonunda yaşamış  Avrupalı astronomi bilgini Giordano Bruno da bunlardan biridir. Galilei de yargılanmış ama mahkemede korkmuş ve fikirlerinden vazgeçmiştir ki ancak canını bu şekilde kurtarmıştır. Sonuçta Orta Çağ Avrupa’sında özgür düşüncenin Katolik Kilisesi tarafından tamamen baskı altına alınması, Skolastik düşünce olarak tarihe geçmiş bir olgudur. Bütün bu yanlış dinsel uygulamalar insanları bunalttı ve büyük bir tepki birikiminin oluşmasına neden oldu.

Orta Çağ Avrupa’sının yaygın siyasi yapısı ise Feodalite veya Derebeylik denilen bir sisteme dayanıyordu. Bu sistemde büyük krallıklar içerisinde geniş topraklara sahip olan derebeylerin bölgesel hâkimiyet alanları vardı. Etrafı surlarla çevrili kale veya şatolarda hâkimiyetlerini sürdüren derebeyleri bir nevi kendi küçük krallıklarını kurmuşlardı. Surları yıkabilecek büyük toplar olmadığı için de merkezi krallığın onları dize getirmek için yapacağı (kuşatma dışında) pek bir şey yoktu. Feodalite sistemine bağlı olarak Avrupa’da yaygın sosyal yapıya baktığımızda yine ezilen büyük bir halk kesiminden ve onları sömüren seçkin bir sınıftan bahsetmek gerekecektir. Avrupa toplumlarındaki başlıca sosyal katmanları kısaca açıklayacak olursak, bunlar: a) Asiller (Soylular): Soyluluk doğuştan gelen bir unsurdu. Soylular savaşlarda komutanlık ve devlet işlerinde yöneticilik dışında başka bir işle uğraşmazlardı. Bunlar da kendi aralarında gruplara ayrılırlardı. Bunların en büyüğü Kraldı, ardından da Senyör-Derebeyi, Dük, Kont, Baron, Vikont ve Şövalyeler gelirdi. b) Rahipler: Hıristiyan din adamları soylulardan sonra en imtiyazlı sınıftı. Geniş arazileri bulunmaktaydı. Kendileri lüks içinde yaşıyorlardı ve sömürdükleri halk üzerinde büyük bir etkiye sahiptiler. c) Burjuvalar: Sanat ve ticaretle uğraşan, kasaba ve şehirlerde oturan zengin kişilere burjuva denirdi ama onların da yönetimde söz sahibi olamamalarından kaynaklanan hoşnutsuzlukları vardı. d) Köylüler: Orta Çağ Avrupa’sının nüfus olarak en geniş kitlesini oluşturan ama en kötü durumda yaşayan grubuydu. Bunlar kendi aralarında ikiye ayrılmaktaydı; 1- Bizim anladığımız manada bir hayat süren serbest köylüler: Topraklarını diledikleri gibi kullanabilir, istedikleri zaman gidebilir, arazilerini çocuklarına miras olarak bırakabilirlerdi. Devlete vergilerini öderlerdi. 2- Serfler denilen köylülerin ise hiçbir hakları bulunmamaktaydı. Efendileri adına tarlalarda çalışır, kazançlarını onlara verirlerdi. Toprakla birlikte alınıp satılırlardı. Arazilerinden de ayrılamazlardı. Evlenmeleri bile izne bağlıydı.

Avrupa’da bu şartlar altında elbette eğitim, bilim, sanat, edebiyat gibi kültürel gelişim neredeyse tamamen durmuştu. Halkın büyük çoğunluğu sosyal, siyasal, ekonomik açıdan hiçbir hakka sahip olmayan ve sürekli ezilen - sömürülen bir konumdaydı. Ancak âlemlerin Rabbi olan Allah tarafından elçi olarak seçilen ve âlemlere rahmet olarak gönderilen Peygamber Efendimiz Sallallahu Aleyhi ve Sellem tarafından Orta Çağın başlarında karanlık çağa (cahiliye dönemine) İslam’ın nuru yayılmaya başladı. Onun kurduğu İslam Medeniyeti’nde insanlar bir tarağın dişleri gibi eşitti. Hak ve adalet herkes için geçerliydi. Güçlü olanın haklı olduğu dönem bitmiş artık haklı olanların güçlü olduğu bir dönem başlamıştı. Hatta Efendimiz; “Zengin birine sırf zenginliğinden ötürü hürmet edenin dininin üçte ikisi gider” buyurarak paranın önünde eğilmeyen, zalimin karşısında korkusuzca hakkı söyleyen, sadece Allah’tan korkan ve O’na güvenen, şahsiyetli, cesur, özgür ruhlu yiğitler yetiştirmiştir. Onlar Allah’ın dünyasında Allah’ın dediği hükümlerin hâkim olması için kendi rahatlarını terk etmiş; mallarıyla ve canlarıyla Allah Azze ve Celle yolunda cihad etmişlerdir. Böylece zalim sistemler yıkılmış, insanlar İslam’ı seçme veya seçmeme konusunda özgür hale gelmiştir. Nitekim İslam (Tevhid) nizamının sağladığı adalet ve huzuru gören insanların büyük çoğunluğu âlemlerin Rabbi olan Allah’a gönülden boyun eğmeyi seçmişler ve Müslüman olmuşlardır. Geri kalanlar ise yine İslam’ın hâkimiyeti altında (zımmi olarak) huzur ve güven içinde yaşamışlardır. Sonuçta İslam’ın hâkim olduğu bölgelerde sosyal, siyasal, ekonomik ve bilimsel alanlarda mükemmel gelişmeler yaşanmıştır. Buna Dört Halife döneminde, Emeviler, Abbasiler, Karahanlılar, Gazneliler, Selçuklular ve Osmanlılar döneminde yaşanan gelişmeler örnek olarak gösterilebilir. Günümüzde akılcılık ve bilim çok dillendirildiği için sadece bununla ilgili tarihimizden birkaç örnek vermek yeterli olacaktır.

Orta Çağda yaşamış Müslüman bilim adamlarından tıp alanında yazdığı eseri (El Kanun-u fit Tıp) yüzlerce yıl Avrupa’da da ders kitabı olarak okutulmuş olan İbni Sina, Sıfır sayısını matematiğe kazandıran Harezmi, astronomi alanında Uluğ Bey ve Ali Kuşçu bunlara örnektir. Ayrıca o dönemde yaşanan şu hadise bilime verilen kıymeti gözler önüne sermesi açısından önemlidir. Astronomi, matematik, doğa bilimleri, coğrafya ve tarih gibi pek çok alanda uzman bir bilim adamı olan Biruni astronomi üzerine yaptığı bir çalışmayı Gazneli Hükümdarı’na sunmuş, o da bunun üzerine kendisine bir fil yükü gümüş parayı hediye olarak gönderince, “Bu armağan beni bilimden uzaklaştırır” diyerek bu hediyeyi geri çevirmiştir.

Özet olarak biz İslam’a sarıldığımız ve mücadele ettiğimiz dönemlerde her alanda dünya lideriydik. Ne zaman ki İslam’dan uzaklaşıp, dünyaya daldık ve Batı taklitçisi olmaya başladık; dünyayı da ahireti de kaybettik. Rabbim bizlere tekrar İslam Medeniyeti’nin sağladığı huzur, selamet ve izzete kavuşmayı nasip etsin. (Âmin)  Son söz: “BİZ MEDENİYETİMİZE DÖNÜYORUZ”