“Üsve-i Hasene” olan Efendimiz’in hayatına hayatını değdiren bir kimse yok ki; yaşantısıyla ulvîleşmesin ve ardından gelenlere hayırlı bir miras bırakmış olmasın… Hayırda iz bırakanları yâd ettiğimiz sayfamızda, sahabenin hayatlarıyla günümüze bıraktıkları iz düşümlerini dile getirmeye gayret ettik. Bu defa yaşadığı zaman itibariyle bize daha yakın olan, tasavvufta belirli bir seviyeye ulaşmış, bir hanım olmasına rağmen, döneminin büyük mutasavvıflarına ibretlik ifadelerle çıkarımlar yaptırtan ve Evliyaullah’tan olan Rabiyat’ül Adeviyye’yi konu edineceğiz.
Tabiinden ve hanım velilerin büyüklerinden olan Hz. Rabia’nın doğum tarihi tam olarak bilinmemektedir. Babası İsmail’in üç kızı vardır. Bir tane daha doğunca adını ‘dördüncü’ anlamına gelen Râbia ismini koyar. Çok fakir bir ailenin çocuğu olan Rabia’nın, doğduğu gece evde ihtiyaç olan şeylerden hiçbiri yoktur. Bu duruma kederlenen annesi çok ağlamış ve mahzûn olmuştur.
Rabia-tül Adeviyye biraz büyümüştü ki; bu defa da annesini ve babasını kaybetti. Bu arada Basra’da kıtlık başladı ve her şey çok pahalı bir fiyata satılıyordu. Bu hengâmede Rabia’nın ablaları da evlenince, Rabia kimsesiz kaldı. Bir gün zalim bir kimsenin eline düştü ve hizmetçi olarak iş gördü. Sonra da köle olarak altı gümüş karşılığı bir ihtiyara satıldı. O ihtiyarın hizmetçisi olarak, gösterilen zor işleri sabırla yapmaya çalıştı. Çok sıkıntılı günler geçirdi. Çok zahmetler çekti, fakat isyan etmedi. Allah’ın takdirine razı olarak teslimiyetine leke sürmemeye gayret etti. Edebi ve iffetiyle tanınan Hz. Rabia’nın karşısına bir gün bir yabancı çıktı. Ondan sakınayım diye hızla giderken düşüp kolu kırıldı. Acz ve kırıklık içinde, mahzun olmuş bir kalp ile Allah’a yalvardı ve: “Ya Rabbi! Garip ve kimsesizim. Yetim ve öksüzüm. Köle edildim. Bir de kolum kırıldı. Lâkin ben bunların hiç birine üzülmüyor, yalnız Senin rızanı istiyorum. Benden razı olup olmadığını da bilmiyorum” diyerek terennüm etti.
Bir gece efendisi uyandığında Rabia’nın odasından sesler geldiğini işitti. Pencereden bakınca, Rabia’nın, secde ettiğini, Allah-u Teâlâ’ya şöyle yalvardığını duydu.
“Ey Rabbim! Benim arzumun Senin emrine uymak olduğunu biliyorsun. Benim saadetim, Senin huzurunda bulunmaktır. Eğer elimden gelse, Sana ibadetten bir an geri kalmam. Fakat ev sahibimin hizmetinde bulunduğum için ona hizmet ediyorum ve Sana gereği gibi ibadet edemiyorum...” Ev sahibi, bunları duydu. Ve: “Artık Rabia köle olamaz!” diyordu. Sabah olunca hemen Rabia’yı çağırdı ve dedi ki: “Artık serbestsin. Dilediğini yap. Ama burada kalırsan ben sana hizmet ederim.” Rabia: “Gideyim” dedi. Oradan ayrılıp küçük bir eve yerleşti. Bütün vakitlerini ibadetle geçirir ve kefenini daima yanında taşır, namaz kılacağı zaman onu serer, üzerine secde ederdi. Kefeni yanında olmadan gezdiğini, kefenini beraberine almadan konuştuğunu kimse görmedi.
Rabia-tül Adeviyye bir gece: “Ya Rabbi! Ya kalp huzuru ile namaz kılmamı nasip et veya kalp huzuru ile kılamadığım namazımı kabul et. Allah’ım benim dünyadaki bütün arzum ve işim, Seni yâd etmek, ahirette de Cemâl-i İlâhiyene kavuşmaktır. Ne olur, beni bu anlayışıma bağışla!” diye yalvardı.
Yine bir gün Rabia için için ağlıyordu, kendisini bu halde görenler: “Ey Allah’ın sevgili kulu niçin ağlıyorsun? Rabbinle yakınlığın var” dediler. Hz. Rabia cevaben: “Ayrılıktan korkuyorum, belki ölüm vaktinde ‘Sen bana gerekmezsin ey Rabia!’ diye Allah-u Teâlâ hazretleri hitap buyurursa benim hâlim nice olur?” diyerek ağlamaya devam etti.
Tevekkülü o dereceye ulaşmıştı ki; bir gün etrafında bulunanlara: “Gök tunç olsa, yer demir kesilse, gökten bir damla yağmur düşmese, yerden bir bitki bitmese ve dünyadaki bütün insanlar benim çocuğum olsa, Allah’a yemin ederim ki onlara nasıl bakacağım düşüncesi kalbime gelmez. Çünkü Allah (c.c.) hepsinin rızkını vereceğini bildirmiş ve üzerine almıştır” dedi.
İmanın ve hakikatlerin gerçek anlamına erişemeyenler, hakikatlerin sadece sözcülüğünü ederler. Sözlerin samimiyeti ortaya çıksın diye imtihana tâbi olunduğunda samimiyetsiz sözler, aslında hakikatten bir nebze olsun dem vuramadığını açığa çıkarır. İşin sözünde Allah’a teslimiyet ve tevekkülde her birimiz kendimizi gayet iyi bilir, ‘Allah’tan başka kime teslim olup güveneceğiz?’ ifadeleriyle tescilleriz samimi olduğumuzu. Ama nadirdir Hz. Rabia gibi tevekkülün aslına erenler. Zorluk zamanında, imtihanın kederi yüreği dağladığında; ‘Sen benden razı ol da gerisi mühim değil Rabbim!’ diyebilmek hiç de kolay olmamakta…
Bir örnektir Hz. Rabia… Yaşantısı, Rabbine kulluğu, kanaati, ihlâsı ve takvasıyla bir numunedir Hz. Rabia…
Bir zaman gelir ve hasta olur Allah dostu. Ziyaretine gelenler: “Ey Rabia! Bu hastalık sana çok ıstırap vermektedir. Allah’a dua et de çektiğin bu ıstırabı hafifletsin” dediler. O da: “Siz bilmiyor musunuz, bu ıstırabı çekmemi Allah-u Teâlâ irade etti” diye cevap verdiğinde; “evet biliyoruz” dediler. Bunun üzerine: “Bu hakikâti bildiğiniz halde, benden O’nun iradesine muhalefet etmemi, O’ndan tersini dilememi nasıl isteyebiliyorsunuz?” dediği zaman, onlar: “Ey Rabia, peki senin arzun nasıldır?” diye sordular. O da: “Allah-u Teâlâ benim hakkımda ne irade ve ne takdir etmişse ona razı olmak” buyurdu.
Bir gün kendisine sordular: “Ölümü arzu ediyor musun?” Buyurdu ki: “İnsanlardan birine karşı bir kabahat işlemiş olsam, o insanla karşılaşmaktan utanırım. Hâlbuki Allah-u Teâlâ’ya karşı olan kabahatlerimiz o kadar çok ki, huzuruna varmayı (ölümü) nasıl arzu ederim?”
Dünyaya nazar etmemiş olmasına ve Rabbine duyduğu özlemle O’na kavuşmayı çok istemesine rağmen, yine de ‘huzuruna çıkacak yüzüm yok’ der gibi sevdiğinin karşısına çıkmaya utanan Rabia…
Oysa bu sözlerin sahibi hakkındaki bildiklerimiz, onun sürekli itaat halinde, ihlâs ile kulluğunu yapan bir mü’ mine olduğudur. Gece her şey karanlığa büründüğünde ve herkes sevdiğiyle hemhâl olduğunda, sabaha kadar Rabbiyle baş başa kalarak, namaz kılmayı ömrünün en güzel anları olarak bilen bir kul olduğunu biliyoruz. Buna rağmen Rabbinin rahmetinden gayrı hiçbir şeye güvenmiyor Hz. Rabia.
“Bu yüksek derecelere ne ile kavuştun?” dediklerinde: “Beni ilgilendirmeyen her şeyi terk ve ebedî olanın dostluğunu istemekle” buyurdu.
Rabbimiz bizlere kendi dostluğunu istemeyi nasip et. Razı olduğuna razı olmayı, razı olmadığına da uzak olmayı nasip et. (Âmin)