Şaka Gibiydi Gerçek Oldu

Paylaş:

Kıymetli kardeşlerim ve siz değerli okurlar! Bildiğiniz üzere 8 Kasım 2018 günü Türkiye tarihine geçecek önemli bir gün yaşadık. Türkiye hatta Dünya Müslümanları tarafından tanınan ve sevilen Alparslan Kuytul Hocaefendi’nin 10 aylık tutukluluğu sonrasında ilk duruşması gerçekleşti. On ay boyunca hiç mahkeme edilmeksizin bizlerden ayrı ve tecritte tutulan Hocaefendi o gün ilk defa hâkim karşısına çıktı. Ona, itham edildiği konularda ilk defa kendini savunma fırsatı verildi. O gün binlerce insan sabahın erken saatlerinden itibaren Adana Adliyesi önünde bekleyişteydi. Ben de içerde o mahkeme anlarına şahitlik eden 25-30 kişiden biriydim.

                O tarihi günü sizlerle paylaşmak istiyorum. Türkiye’de milyonların tanıdığı bir şahsiyetin mahkeme edildiği o gün tarihe geçti ama hangi açıdan tarihe geçecek bilemiyorum. Bizden sonraki nesiller dönüp bu günlere baktıklarında ne görecekler? Çok önemli suçlamalara çok maharetli savunmalar mı yapılmış! Çok zor bir işin içinden hassasiyetle çıkılacak önemli izahatlar mı olmuş! O salonda neler yaşanmış! Bir avukat gibi değil elbet, hatta bir eş olarak da değil o güne şahit olan sade bir göz olarak ne gördüğümü yazmak istedim. 

                Evet, bir yandan çok büyük iddialar var ortada. Bir kişi aynı anda birbirine zıt iki terör örgütünün birden propagandasını yapmakla suçlanıyor! Eğer gerçekten böyle bir şey olsaydı, bu bir insan için ayrı bir maharetti (!) o, ayrı bir mesele. Aynı anda iki tane terör örgütünün propagandası yani destekçiliğini yani sempatizanlığını yapmak! Suçlama bu kadar iddialı, bu kadar büyük!

İlk duyan için kulağa oldukça büyük gelen bir iddia var ortada. Alparslan Kuytul Hocaefendi’nin adı; direkt iki terör örgütü ile birlikte anılıyor ve direkt ihanetle suçlanması mümkün olacak bir algı oluşturuluyor. Ömrü boyunca terörden nefret etmiş, gençken bile şiddete hiç karışmamış, her türlü suçtan hassasiyetle uzak durmuş, haramlar konusundaki hassasiyeti ise takvası gereği meleke haline dönüşmüş böylesine tertemiz bir insan bu kadar ağır bir ithamla karşı karşıya kalıyor. Tertemiz yaşayarak onurlu bir hayat süren bir insana bu ithamın sadece kendisi bile ağır bir zulüm olarak yeterken bir de bu sıfatın yüklendiği dosyalarla cezaevine gönderiliyor üstüne yine aynı iddia sebebiyle insan yüzüne hasret bırakılacak şekilde ağır şartlarda tecrit zulmüne maruz bırakılıyor.

                Alparslan Kuytul Hocaefendi’yi az çok tanıyan herkesin bu iddiaları duyduğunda vereceği ilk tepki ‘hadi canım sende, olur mu öyle şey’ iken Sayın Savcı bir de iddialarının altını doldurabilmek için alakalı alakasız birçok konuşmayı dosyaya girdiriyor. ‘Alakalı’ diyorum ama o konuşmalarda o alakayı kurabilmek ayrı bir maharet (!) çünkü emin olun dünya bir araya gelse o konuşmalarla terörün alakasını kuramaz!

                Hocaefendi duruşmada kendisini çok güzel ifade etti ve savundu. Avukatları da onun o güzel savunmasını ek delillerle destekledi. Hatta Hocaefendi’nin savunması kamuoyu ile paylaşıldı ama ben burada o saatlerde hissettiklerimden bahsetmek istiyorum.

Burada hayatı gün gibi açık ve ortada, yüzlerce videosu milyonlarca izlenen ve görüşlerine bir kitlenin vakıf olduğu bir şahsiyetten bahsediyoruz. Alparslan Kuytul Hocaefendi’yi tanımanın yanında Türkiye’deki geçirdiğimiz bu süreci çok iyi takip eden ve ‘niyetine bakılmaksızın muhalif ya da eleştirel her sesin süratle kesilmeye çalışıldığı’ şu baskı günlerini hayretle izleyen bir kitle var. Dolayısıyla kim ne derse desin en baştan beri onun tutuklanmasının gerçek sebebi apaçık ortadaydı. Alparslan Hoca ilk tutuklandığında bizzat ben onun suçu(!)nu Twitter hesabımdan ilan ettim; Onun suçunu tüm Türkiye biliyor “Doğruları korkusuzca söylemek!” dedim. Ortam bulanık, kafalar oldukça karışık olduğu halde bu söylediğime kayda değer bir itiraz olmadı aleyhte yazmak isteyenlerin dediği de beni destekler nitelikteydi: O da bu kadar eleştirmeseydi kardeşim! O halde dost düşman, onu seven sevmeyen; hep beraber biliyorduk ki Alparslan Hoca’nın suçu terör propagandası değildi!

Hatta bu iddia ve Hocaefendi’nin tutuklanma müzekkeresi bazı yazarlar ve bazı siyasetçiler arasında oldukça ironik karşılandı. Karar Gazetesinden Yıldıray Oğur’un yazısında kullandığı başlık olaydaki garabeti iyice ortaya çıkardı; “Halkın teveccühüne yön verme suçu!”

                İşte böyle aklımıza geldiğinde acı acı güldüğümüz bir iddianame üzerinden mahkeme heyeti, avukatlar, ailesi olarak bizler, hep beraber toplandık ve Alparslan Kuytul Hocaefendi’nin segbisten katılarak yapmaya çalıştığı savunmasını dinledik. Bütün samimiyetimle söylüyorum, baştan sona kadar şaşkınlıklar içindeydim. Bulunduğumuz ortama bakıyorum, Mahkeme heyetine ve Hâkim Bey’in yüzüne bakıyorum, avukatlara bakıyorum, yemin etme alışkanlığım yoktur ama yemin ediyorum, sanki bir film setindeyiz ve birazdan biri ‘kestik’ diyecek gibi hissediyorum. Ya da bir şakanın içindeyiz, birazdan biri dayanamayıp gülecek ve ‘şaka yaptık’ diyecek gibi hissediyorum.

                Hocaefendi; “o terör örgütü hakkında ben daha önce şunu şunu da demişim, benim o terör örgütüne ve dahi terörün her türlüsüne söylediklerimi Türkiye’de kaç kişi söyleyebilmiştir! Daha ben ne diyeyim Hâkim Bey!” dediğinde insanın başını duvarlara vurası geliyor... Savcı, hadi bir tane konuşmadan çok zorlama ile o manayı çıkarmaya çalışıyorsa da aynı konuda başka onlarca konuşması var ve hepsi çok net bir şekilde terörü reddeder, lanetler tarzda. Türkiye’de kaç kişi vardır ki bir terör örgütü aleyhinde bu kadar cesaretle hakkı ortaya koyar! Onların hatalarını, yollarının yanlışlığını açık ve net ifade eder! Kaç kişi vardır hakikaten, bunu yapabilecek yüreğe sahip! Sözleri bırak tertemiz bir hayat var ortada! Hocaefendi savunmasında birkaç defa “benim hayatım meydanda Hâkim Bey!” dedi. “O konuda şunu da demişim, ben daha ne diyeyim Hâkim Bey!” dedi. Onu çok yakından tanıyan biri olarak yüreğime kurşun gibi sıkılan cümlelerdi bunlar! Ve’l hasıl, şaka gibi bir iddianamenin gerçekten mahkemesi görüldü. Koca koca insanlar hep beraber oturup bir şakayı oynadık sanki!

Mahkemede geçirdiğim saatler, vallahi abartmıyorum, şu misalle o kadar benzeşiyor ki; karşımızda bembeyaz bir levha var. Hepimiz onun beyazlığına bakıyoruz hatta beyazlığı gözümüzü alıyor. Sonra kendini bilmez biri çıkıp diyor ki ‘bu levha beyaz değil siyahtır’ sonra bakıyor, kimseyi inandıramıyor, lafı biraz değiştiriyor, biraz daha inanılacak hale getirmeye çalışıyor ve ‘beyaz değil gridir’ diyor. Sonra o beyaz levhanın ressamı çıkıyor ve beyazlıktan gözleri kamaşanlara o levhanın gri olmadığını ispatlamaya çalışıyor. Ressamın her ispat cümlesinde ‘ya tamam, biliyoruz zaten sen bu kendini bilmezin lafına ne bakıyorsun’ diye haykırmak istiyorlar ama yine de büyük bir sabırla dinlemeye devam ediyorlar. İfadenin tam anlamıyla o gün orada bunu yaşadık. Bunu o ortama katılan herkes sonuna kadar hissetmiştir sanıyorum. Yani şaka gibi bir iddianamenin, gerçek gerçek mahkemesini yaptık!