• Hizmet-i Kur’aniyenin pek mühim bir azası olan Hulusi Bey, Eğirdir’den memlekete gittiği vakit, saadet-i dünyeviyeyi tam zevk ettirecek ve temin edecek esbap bulunduğundan, bir derece sırf uhrevî olan Hizmet-i Kur’aniye’de fütura (usanç, gevşeklik) yüz göstermeğe dair esbap hazırlandı. Çünkü hem çoktan görmediği peder ve validesine kavuştu, hem vatanını gördü, hem şerefli, rütbeli bir surette gittiği için dünya ona güldü, güzel göründü. Hâlbuki Hizmet-i Kur’aniye’de bulunana; ya dünya ona küsmeli veya o dünyaya küsmeli. Ta ihlâs ile ciddiyet ile hizmet-i Kur’aniyede bulunsun. İşte Hulusi’nin kalbi sarsılmaz idi. Fakat bu vaziyet onu fütura sevk ettiğinden şefkatli tokat yedi. Tam bir iki sene bazı münafıklar ona musallat oldular. Dünyanın lezzetini de kaçırdılar. Hem dünyayı ondan, hem onu dünyadan küstürdüler. O vakit vazife-i maneviyesindeki ciddiyete tam manasıyla sarıldı.
• Diğeri ise Hakkı Efendi’dir. Şimdi burada olmadığı için, Hulusi’ye vekâlet ettiğim gibi, ona da vekâleten derim ki: Hakkı Efendi talebelik vazifesini hakkıyla ifa ederken, ahlâksız bir kaymakam geldi. Hem Üstadına, hem de kendine zarar gelmesin diye yazdıklarını sakladı. Geçici olarak Hizmet-i Nuriye’yi terk etti. Birden bir şefkat tokadı mânâsında bin lirayı vermeye mükellef olacak bir dava başına açıldı. Bir sene o tehdit altında kaldı. Ta geldi, burada görüştük, avdetinde Hizmet-i Kur’aniyeye talebelik vazifesine girdi. Şefkat tokadının hükmü kalktı, temize çıktı. Sonra Kur’an’ı yeni bir tarzda yazmak hususunda talebelere bir vazife açıldı. Hakkı Efendi’ye de hisse verildi. El hak o, hissesine sahip çıktı. Bir cüzü güzel yazdı, fakat derdi maişet zaruretiyle kendini mecbur bilip gizli dava vekâletine teşebbüs etti. Birden bir şefkat tokatı daha yedi. Kalemi tutan parmağı geçici olarak kırıldı. Bu parmakla hem dava vekâleti yapmak, hem Kur’an’ı yazmak olmayacak diye, lisan-ı mana ile ihtar edildi. Dava vekâletine teşebbüsünü bilmediğimiz için parmağına hayret ediyorduk. Sonra anlaşıldı ki: Kutsi, safi Kizmet-i Kur’aniye, gayet temiz kendine mahsus parmakları başka işe karıştırmak istemiyor.
• Bekir Efendi, Onuncu Söz’ütab’etti. İcaz-ı Kur’an’a dair Yirmi beşinci Sözü yeni huruf (harfler) çıkmadan tabetmek(basmak) için ona gönderdik. Onuncu Söz’ün matbaa fiyatını gönderdiğimiz gibi, onu da göndereceğiz diye yazdık. Bekir Efendi, benim fakrı-ı hâlimi düşünüp matbaa fiyatı dört yüz banknot kadar olduğunu mülâhaza ederek ve kendi kesesinden vermek, belki Hoca razı olmaz diye onun nefsi onu aldattı. Tabedilmedi. Hizmet-i Kur’aniyeye mühim bir zarar oldu. İki ay sonra dokuz yüz lira hırsızların eline geçti. Şefkatli ve şiddetli bir tokat yedi. İnşallah ziya giden dokuz yüz lira, sadaka hükmüne geçti.
• Mustafa Çavuş (R.H.) sekiz senedir bizim hususî küçük câmie, hem sobasına, hem gazyağına, hem kibritine kadar hizmet ediyordu. Hatta gazyağını ve kibritini sekiz senedir kendi kesesinden sarf ettiğini sonra öğrendik. Cemaate, hususan Cuma gecelerinde gayet zarurî bir iş olmayınca geri kalmıyordu. Sonra ehl-i dünya onun kalbinin saflığından istifade ederek dediler ki: “Sözler’in bir kâtibi olan Hafız’ın sarığına ilişecekler. Hem gizli ezan, geçici olarak terkedilsin. Sen kâtibe de söyle, cebir görmeden evvel sarığı çıkarsın.” O bilmiyordu ki: Hizmet-i Kur’aniyede bulunan birisinin sarığını çıkarmağa dair sözü tebliğ etmek, Mustafa Çavuş gibi yüksek ruhlulara pek ağırdır. Onların sözlerini tebliğ etmiş. O gece rüyada ben görüyordum ki: Mustafa Çavuş’un elleri kirli, kaymakam arkasında olarak odama geldi. İkinci gün ona dedim: Mustafa Çavuş, sen bugün kim ile görüştün? Seni elin mülevves bir surette kaymakamın arkasında gördüm. Dedi: “Eyvah! Bana böyle bir söz, muhtar söyledi, kâtibe söyle. Ben arkasında ne olduğunu bilmedim.” Hem aynı günde bir okkaya yakın gazyağını câmiye getirmiş. Hiç vuku bulmayan şey, o gün kapı açık kalmış, bir keçi yavrusu içeriye girmiş, büyük bir adam gelmiş, keçi yavrusunun seccademe yakın bıraktığı müzahrefatı yıkamak için, ibrikteki gazyağını su zannedip bütün o gazyağını temizlik yapıyorum diye câminin her tarafına serpmiş. Acaibdir ki, kokusunu duymamış. Demek o mescit lisan-ı hâl ile Mustafa Çavuş’a diyor: “Senin gazyağın bize lâzım değil. Ettiğin hata için gazyağını kabul etmedim.” diye işaret vermek için o adama koku işittirilmedi. Hatta o hafta içinde Cuma gecesinde ve birkaç mühim namazda, o kadar çalıştığı halde cemaate yetişemiyordu. Sonra ciddî bir nedamet(pişmanlık) bir istiğfar ettikten sonra asli saflığını buldu.
• Seyranî’dir. Bu zat, Hüsrev gibi Nur’a müştak (arzulu, istekli) ve dirayetli (kabiliyetli, incelikleri kavrayışlı) bir talebemdi. Esrâr-ı Kur’aniyenin bir anahtarı ve ilm-i cifrin mühim bir miftahı olan tevafukata (birbirine uygun gelişmelere) dair Isparta’daki talebelerin fikirlerini istimzaç ettim. Ondan başkaları, kemal-i şevk (tam ve kusursuz bir istek) ile iştirak ettiler. O zat başka bir fikirde ve başka bir merakta bulunduğu için, iştirak etmemekle beraber, beni de kat’î bildiğim hakikatten vazgeçirmek istedi. Cidden bana dokunmuş bir mektup yazdı. Eyvah dedim, bu talebemi kaybettim! Çendan fikrini tenvir etmek istedim. Başka bir mana daha karıştı. Bir şefkat tokadını yedi. Bir seneye yakın bir halvethanede (yâni hapiste) bekledi.
1. http://www.risale-inur.org/yenisite/moduller/risale/index.php?tid=43