Sadâkat, sözü doğru kılmaktır yaşadıklarıyla; sevginin, kalpten bir tohumun topraktan çıkıp filiz vermesi gibi kendisini göstermesidir ve görenlere umut vermesidir. Söz ile eylem asla çelişmemeli; pratikte söylem ahlâkı, eylem ahlâkında hayat bulmalıdır. Kalbin doğru hissettiğinin, doğru inandığının; aklın doğruyu doğru tespit ettiğinin göstergesidir sadâkat ve bağlılık. Yaşarken ve ölürken söz verdiği gibi sevdiğim dediği, inancım dediği değerler uğrunda hep aynı safta yerini korumaktır. İşte asırların anlatmakla eskitemediği, çağlara altın harflerle kazınan eşsiz sahabiler, sadâkat ve bağlılıkta zirve yapmış insanlardır. “Anam−babam sana feda olsun, emret!” ve “Lebbeyk Ya Rasulallah!” sözleri onların sadâkat mühürleridir. Bu mührü onların her halinde görürsünüz.
Rasulullah’a son derece bağlı olan güzide ashabın sadâkat örnekleri ile sizleri baş başa bırakıyorum...
Hz. Ebubekir Neden En Sadık Dost?
Artık açıktan tebliğ zamanıdır. Kutlu Nebi Sallallahu Aleyhi ve Sellem, Mekke’nin sokaklarında haykırmaya başlar: “Leileheillallah, Allah’tan başka ilah yoktur.” Küfrün elebaşlarının tadını kaçırır bu söz ve ayağa kalkarlar ona haddini bildirmek için. Ama ne çare, Efendimizin önünde sadâkat abidesi, Peygamberimizin neferi ve zırhı olan Hz. Ebubekir durmaktadır. Sıddık Radıyallahu Anh dosta dokundurur mu hiç? Gelen yumruklar, sopalar, taşlar ona gelmeli, kâfirin necis eli kutlu Rasule değmemeli. Ebubekir Sıddık, kandan heykeldir artık. Ailesi onu bir çarşafın içerisinde eve götürür. “Ey oğlum nasılsın?” sualine Hz. Ebubekir’in cevabı; “Rasulullah nasıl, ona bir zarar geldi mi?” olur.
“Beni Rasulullah’ın yanına götürün, onu görmeden kalbim rahat etmez” der durmadan. Nihayet Sıddık, Rasulullah’ın yanındadır... O yaşıyor ya, geriye ne acı kalır ne keder, onsuzluk ölümden bin beter. Hz. Ebubekir Efendimiz’in yaşadığını görünce; “Sen yaşıyorsun ya, başıma gelenin önemi yok, bu bana yeter!” diyerek kutlu öndere bağlılığını bir kez daha ispat eder.
Sıddık yine acaib bir haldedir. Akıl almaz ki onun bağlılığını, yorum yapmaya gücümüz yetsin. Mekke’nin Fethi’nden sonra, iman edecekler tek tek Efendimiz’in huzuruna alınır. Sıra Ebubekir’in babası Ebu Kuhafe’ye gelmiştir, aşkla kelime-i şehadeti getirir. Hz. Ebubekir de orada hazır bulunmaktadır ama garip bir hal vardır üzerinde. Babasının iman edişine şahit olan Hz. Ebubekir, sevinmesi gereken yerde bir anda ağlamaya başlar. Dehşete düşerler sahabiler, meraklarını gidermek isterler ve “Ey Ebubekir, sevinç gününde nedir bu gözyaşı?” diye sorarlar. Cevabı, onu bir kez daha Sıddık yapar. “Ben isterdim ki şurada iman eden benim babam değil, Peygamberimin amcası Ebu Talip olsun, burada sevinen de ben değil, Nebi olsun. İşte buna ağlamaktayım.” Gerçekten manzara akla hayale sığmayan türdendir. Demek ki sadâkat, Peygamberinin veya liderinin sevincini kendi sevincine, mutluluğunu kendi mutluluğuna tercih edebilmekmiş. İşte Hz. Ebubekir bize bu gerçeği öğretti...
“Değil Hz. Peygamber’in Yerimde Olmasını...”
Ezel ve Gare kabileleri Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem’in yanına giderek kendilerine dini öğretecek davetçiler isterler. 6 sahabi gönderilir ama aslında bu bir tuzaktır. Tarihte “Reci Olayı” olarak bilinen hadise gerçekleşir. Sahabileri kuşatan kabile teslim olmalarını istese de 3 kişi savaşarak şehit olurlar. Diğer iki kişi ise teslim olurlar. Abdullah bin Tarık Radıyallahu Anh yolda kaçmaya çalışırken şehit olur. Geriye sadece Zeyd bin Desinne kalır. O da müslümanlardan intikamlarını almaları için Mekkeli müşriklere satılır ve bir yere bağlanır. Halk, sahabiye yapılacak olan işkenceleri izlemek için meydanda toplanır. Ebu Süfyan halkın önünde Zeyd’in bir zayıflık göstermesini ister ve; “Allah aşkına söyle! Şimdi burada senin yerinde Muhmmed’in olmasını istemez miydin? Senin yerine onun kellesi vurulur, sen de rahatça çoluk-çocuğunun yanına dönerdin” diyerek Hz. Zeyd’i tahrik etmeye çalışır. Zeyd Radıyallahu Anh, öyle bir cevap verdi ki bütün Mekkeliler bu cevapla derin bir sessizliğe büründü. “Allah’a yemin ederim ki, değil Muhammed Sallallahu Aleyhi ve Sellem’in yerimde olmasını, ben O’nun ayağına bir dikenin batmasına bile tahammül edemem, bu durumda çoluk-çocuğumun yanında rahat rahat oturamam!” Peygambere son derece bağlı olan sahabinin bu sözleri üzerine Ebu Süfyan; “Muhammed’in adamları kadar sadık ve vefakâr kimse görmedim! Müslümanların Muhammed’i sevdikleri kadar, hiç kimse taraftarlığını yaptığı birini sevmiş değildir!”1 demek zorunda kaldı. İşte hakiki sadâkat, bağlı olduğun dava uğrunda, nefsini zorlayan tercihlere rağmen Hakkı tercih edebilmektir.
Peygamber Su İçmeden Bir Yudum Su İçmedi...
Tarihe zorluk sefer olarak geçen Tebük Seferi’ndeyiz. Başroldeki sahabi Ebu Zer Gıffari Radıyallahu Anh’tır. Seferden 3 kişi şu veya bu mazeretle geri kalmışlardı. Nebi “Eğer onlarda bir hayır varsa Allah Teâlâ tekrar bize ulaştırır; yok, eğer hayırsızlarsa gittikleri iyi oldu!” buyurdu. Efendimiz seferden her geri kalan hakkında bundan başka bir şey söylemedi. Bu sefer geri kalan Ebu Zer Radıyallahu Anh oldu. Sahabiler onun da geri döndüğünü söylediler. Aslında Ebu Zer, devesi çok yaşlı ve hasta olduğu için orduya yetişememişti. Peygamberimiz; “Ebu Zer’de hayır varsa Rabbim onu tekrar bize ulaştırır” buyurdu. Ordudan geri kalmanın üzüntüsüne kapılan Ebu Zer, çaresiz bir şekilde devesinin ölümünü bekler ve deve ölünce bütün eşyalarını sırtlanarak yola koyulur. Ordudan 2 mil geri kalmıştır, bir ara çok susar, bir dağlık vadiden geçerken yağmur sularını fark eder; pek serin ve tatlı bir sudur. Ebu Zer susuzdur ama sudan bir damla bile içmez. “Canım feda olası (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) içmedikçe bu sudan asla içmem” diyerek kırbasını doldurur ve yola koyulur. Akşama doğru ordunun artçıları, gelen birisini fark ederler. Efendimiz, ‘O, Ebu Zer’dir’ buyurur. Ebu Zer orduya yetişir yetişmesine ama gelir gelmez susuzluktan yere yığılır. Rasulullah ve sahabiler su alıp yanına koşarlar ama o; “Suyum var” der. Efendimiz; “Suyun vardı da niye içmedin?” diye sorunca Ebu Zer; “Pek tatlı ve serin bir su buldum. Canımdan daha üstün olan Rasulullah içmedikçe bu suyu içmemeye ahdettim, sizden önce içmeye kıyamadım” der ve bayılır!2 Aman Allah’ım! Bu nasıl bir sadâkat ve sevgidir böyle! Dost içmeden bir yudum su içmemek...
“Yeryüzü Bütün Genişliğine Rağmen Ona Dar Geliyordu Ama...”
Tebük Seferi’nden dönülmüş ve Allah Rasulü sefere katılmayanlardan mazeretlerini dinliyor ve haklarında hüküm veriyordu. Sıra Ka’b bin Mâlik’te idi. Mazereti olanlar, mazaretlerini tek tek sayıyor, münafıklar ise yalanlar söylüyordu. Ka’b bin Mâlik Radıyallahu Anh ise Efendimiz’e; “Hiç bir mazeretim yok” deyince, Rasulullah kendisine; “Şimdi git ve hakkında verilecek hükmü bekle” buyurdu. Hüküm gelene kadar hiç kimse, hatta eşleri bile onlarla konuşmayacaktı. Diğer iki sahabi utançlarından evlerinden çıkamaz oldular ama Ka’b, mescide gitmeye devam etti. Kendisi yokmuş gibi davranılması ona çok ağır gelmesine rağmen mescidden ayrılmadı. Nebi Sallallahu Aleyhi ve Sellem yüzüne bakmasa da, o Efendimiz’i görmeden edemiyordu. O kadar çok seviyordu ki Rasulullah’ı, 50 gün boyunca Efendimiz tarafından selamı tam olarak alınmamasına rağmen yoluna devam etti. Çünkü davasında sadık olmak sadece iyi günde olmazdı. Kâ’b Radıyallahu Anh hal diliyle şöyle diyordu: “Düştüğünde ve geride kaldığında yine de davana sımsıkı sarılabiliyorsan sadıklardan olabilirsin!”
Tevbe, Ka’b Radıyallahu Anh gibi yapılmalıydı. Düşenler kalkmak için onu örnek almalıydı. Hakkında verilen hükme rağmen, teslimiyeti ve Peygamberine sadâkatiyle davasına sımsıkı tutunmuştu. Ka’b bin Mâlik hakkında ayet inip temizlenince her şeyini Allah yolunda infak etmek istedi çünkü Rasulullah ve davası, Ka’b için her şeyden daha önemliydi. Yeryüzü bütün genişliğine rağmen ona dar gelmişti ama Allah’a ve Rasulullah’a bağlılık, onun için darlıkta, ruhları ferahlatan bir pencereydi.
Rabbim, bizlere de ashaba yakışan tarzda Peygamberine ve davasına, cemaatine ve liderine bağlı kalabilmeyi nasip eylesin. Ayaklarımıza ihanet değil, sadâkat zincirleri geçirsin ve bu zincirle cemaatimiz nereye biz oraya gidelim, liderimiz nerede biz orada olalım. Rabbim kalplerimizde manevî bağlılık ağı kursun. Kadın-erkek, yaşlı-genç demeden bu şuur ve bu hazine ile bizi zengin kılsın. Âmin...
1- Bihar’ul Envar c:21 s:215-216
2- İbn-i Hişam Siyeri c:2 s:169-173