YAZAR: SULTAN VAHDETİN
Türkiye’de uzun yıllar devam eden sansürcü zihniyetin yedeğinde yapay bir yakın tarih imal edildi. Bu sayede devletin en kritik yıllarında padişahlık yapmış olan Sultan Vahdettin günah keçisi ilan edilmiş, bırakın savunmayı, “fena biri değildi” demek bile imkânsız hale getirilmişti.
Bugün yakın tarih tartışmalarında yeni bir dönemece girilmiş bulunuyor. Bir “fecr-i kâzib” olmamasını ümit ettiğimiz bu dönemde yakın tarihe ait yeni bilgi, belge ve hatıratların neşredilmesinin, okurun dünyasını 90 yıl boyunca devam eden dayatmalardan kurtaracağı ve tarihin kara bulutlara boğulan ufkunu açmaya yardımcı olacağı ümidindeyim.
Öte yandan Sultan Vahdettin’in Mekke’deyken 1923’te yayınladığı beyannamesi yeterince bilinmez. Oysa yurtdışına çıktıktan hemen sonra, sıcağı sıcağına yazılmış olması bakımından önemli ipuçlarıyla doludur.
Şimdi sizi Sultan Vahdettin’in ‘Müdafaanamesi’yle baş başa bırakalım. Bırakalım ki, son Sultan’ın bir gün ortaya çıkacağı ümidiyle vefat ettiği (hakikatlerin) hiç değilse bir kısmı önünüze dökülebilsin. (Beyanname metni ilk defa Eylül 1978’de Sebil Dergisi’nde tefrika edilmiştir.)
Sürgündeki Padişah kendisini şöyle savunuyor: “Tahta geçer geçmez cephelerimizin birbiri ardından düştüğü haberlerini almaya başladım. Ülke hızla kan kaybediyordu. Beraber savaştığımız ülkelerden ayrı bir barış yapmak istedim ama ‘ihanet şebekesi’nin engellemesiyle karşılaştım. O uğursuz Mondros Mütarekesi’nin imzalanmasına kadar böyle devam etti.
Peygamberimiz gibi hicret ettim
Mütarekeden ben değil, onu imzalayan Rauf (Orbay) Bey ile İçişleri Bakanı Fethi (Okyar) ve devleti böyle bir acı mecburiyete düşürmekte cidden rol sahibi bulunan Mustafa Kemal gibi bugünkü Millî Mücadele reislerinin sorumlu ve suçlu olması gerekir. Zira anayasa gereği icraattan Padişah değil, hükümet sorumludur. Ancak asıl sorumlular bugün kahraman ilan edilmişlerdir.
Temel siyasetim, içeride makul ve ılımlı bir ıslahata girişmek, dışarıda ise aleyhimizdeki gayzın bertaraf olacağı güne kadar vakit kazanmaktı. İzmir’in işgali başlangıçta Büyük Devletler meselesiydi. İtilaf Devletleri Yunanistan konusunda fikir ayrılığına düşünce meselenin mahiyeti değişti. Başlangıçta sabırla beklemek taraftarıyken işgal, bir Yunan meselesi haline gelince tavrımı değiştirip mağlup olmamak şartıyla direnişe taraftar oldum. Nitekim Kuvay-ı Milliye’ye eğilim duyan kabineleri iktidara getirdim. Ancak bu sırada Mustafa Kemal itaat dairesinden çıkmış, kendi başına işler yapmaya başlamıştı.
Bize Sevr’i dayatıp 24 saat süreniz var dediler. Ben de vakit kazanmak için antlaşmanın hükümetçe kabulüne taraftar göründüm. Nasıl olsa onay aşamasında önüme gelecekti. Nitekim Sevr Antlaşması’nı tasdik etmedim.
Hareketlerimde şahsî fikirler ve duygularımdan ziyade daima kamuoyunu veyahut direnilmesi mümkün olmayan diğer faktörleri esas aldım. “Kemalciler”in İstanbul’da nüfuz kurmalarını sağlayan Tevfik Paşa hükümetinin yaptıklarına da ses çıkarmadım. Ta ki Saltanatın Hilafetten ayrılması ve başkentin Ankara’ya nakline kadar. Birincisine, Şer-i şerife kesinlikle aykırı ve vekili bulunduğum Peygamber Efendimiz Hazretleri’nin haklarından feragati içerdiği, ikincisine ise hilafeti İstanbul gibi siyasî ve tarihî bir dayanaktan mahrum eylemek demek olduğu için karşı çıktım.
Bu gibi aşırı ve mecnunane arzularına tabi olmadığım için bana vatana ihanet iftirasında bulunanların bilmesi gerekir ki, dünyanın en büyük makam ve mansıbı olan Hilafet ve Saltanat makamında fiilen ve ecdadından gelen bir hak olarak oturan bir hükümdarı vatana ihanet gibi alçakça bir suça sevk edecek hiçbir emel ve ihtiras mevcut değildir. Ben o makamların şeref ve haysiyetini muhafaza için geçici olarak tahtımdan, vatanımdan, huzur ve rahatımdan ayrı düşmeyi bile göze aldım.
İstanbul’dan ayrılmam, hesap verememekten dolayı değildir. Hiçbir kanuna tabi olmayan insanlar elinde savunma ve söz hakkı yasaklanmış bir halde hayatımı göz göre göre tehlikeye atmak gibi İlahi emrin ve akl-ı selimin kabul etmeyeceği bir şeyden kaçınmak, hem de şan sahibi müvekkilimin (Peygamber Efendimiz’in) sünnetine uymak için hicret ettim.
Hakikat mağlup edilemez!
Şimdi bana haksız yere vatana ihanet suçu isnat edenler, hilafeti hukuk ve nüfuzundan ayırıp değiştirerek bu Muhammedî saltanatı yıkmış ve yalnız vatanlarına değil, bütün İslam âlemine ihanet etmişlerdir. Ben devleti tehlikeden korumak için özellikle dış politikada karşıtlarımın tabiriyle korkarak, yani itidal ve ihtiyatla hareket ettim. Daha doğrusu, vakit kazanmak için. Eğer bir hatam varsa din ve devletin bu derece tahrip edilip değiştirilmesine bütün vekil ve âlimler ve aklı başında insanlar ve memleketin önde gelenleri tarafından ses çıkarılmayacağına ve bazı hasis menfaatler karşılığında gizli ve aşikâr suretlerle yardım edileceğine ihtimal vermememdendir. Ben milletimin aydınlarının vatanî ve vicdanî görevlerini bu derece kötüye kullanmayacakları hakkındaki hüsn-ü zannıma ait olan hatamı itiraf ederim.
Hilafet meselesinin halli 300 milyonluk İslâm âlemine düşecek bir büyük meseledir. Dolayısıyla şimdi ben Hilafet hakkında Ankara’da ve İstanbul’da verilen fuzulî ve cebrî hükmü kesinlikle kabul etmeyerek hakkımda reva görülen iftiraları, onları yakıştıranlara büyük bir nefretle red ve iade ederek, memleketin ırk ve din ayırmaksızın bütün ahalisinin mutluluk ve refahından başka bir emeli olmayan ve adalet ve itidalin hâkim olmasını isteyen müsterih bir kalb ve vicdan ve hak ve hakikatin mağlub edilemeyeceğine dair kuvvetli bir imanla sevgili vatanıma dönünceye kadar ıtır kokulu toprağının ezelden müştakı olduğum Haremeyn-i Şerifeyn’de ve şimdilik Beytullah’ın civarında vakit geçiriyorum.”
Ne yazık ki, bu hasret dolu satırların sahibinin cesedinin dahi sevgili vatanına girmesine izin verilmeyecektir.
Sultan Vahdettin tarihe savunmasını bırakmak için çırpınmış. Günün birinde çığlığını duyabilecek bir kulak çıkar diye. Duyuyor muyuz?*
*05 Mayıs 2013, Pazar