Bu ülkede yaşayan herkesin özellikle de ilim sahiplerinin, aydınların ve yöneticilerin kendilerine sorması gereken en önemli soru: “Toplum olarak nereye gidiyoruz?” sorusu olmalıdır. Bu soru kendi iç muhasebemizi de kapsamakla beraber aslında ortak yaşam alanımız olan toplumla direk ilişkilidir. Hadisin ifadesiyle toplumu bir gemiye benzetirsek bu gemi hangi hedefe doğru yol alıyor? Hedef doğru mu, eğer doğruysa rota hedefe uygun mu, kaptan ehliyetli mi, tayfalar ve yolcular hem gidişattan hem de geminin sağlamlığından eminler mi? Hedefe mi varacağız, kayalıklara mı çarpacağız? Bu gidişle selamete mi yoksa kaptanın ve etrafındakilerin nefislerinin arzusuyla çizdiği rotaya ve hedefe kilitlenip felakete mi sürükleniyoruz? Gidişatın sorumlusu kim ya da kimler? Toplumun fertleri olarak sürecin neresindeyiz?
Tüm bu ve buna benzer sorular, içinde yaşadığımız toplumu iyi tahlil etmemizi bu toplumun gidişatına kafa yormamızı zorunlu kılıyor. Çünkü aynı gemideyiz ve sadece kendimizden değil Müslümanlar olarak tüm toplumdan hatta tüm insanlıktan sorumluyuz. Bu durum Kur’an’ın bize yüklediği misyonla ilgilidir: “İşte böylece, siz insanlara şahit olasınız, peygamber de size şahit olsun diye sizi vasat (örnek) bir ümmet yaptık…”1
Tüm insanlığın gidişatından kendimizi sorumlu hissetmemiz, ümmetin vasat ümmet (dengeli, adaletli) çizgisine dönmesini sağlamamız ve dünya gemisinin rotasını Allah’ın razı olacağı istikamete doğru çevirmemiz gerekmektedir. Dünyanın gidişatını değiştirebilmek için de evvela kendi gidişatımızı irdelemek, varsa yanlışlara temas etmek, onları düzeltme yolunda adımlar atmak zorundayız. Durumumuzu siyasi, toplumsal, ekonomik, ahlâkî gibi birkaç başlık altında inceleyebiliriz.
Bu başlıklar birçok yerde konu itibariyle ortak noktalarda kesişse de yine de ayrı ayrı ele almaya çalışacağız. Ele alırken özellikle 28 Şubat sonrasından (28 Şubat da dahil) bugüne kadar olan kısım üzerinde duracağız.
28 Şubat sürecine kısaca bir göz atmak yerinde olur. Çünkü Müslümanları Türkiye’de iktidara taşıyan toplumsal değişimler, deyim yerindeyse mağduriyetler o dönemde yaşandı. 28 Şubat 1997’de tarihe “post-modern darbe” şeklinde geçen süreçte en fazla etkilenen, meşru hükümet ve o hükümeti iktidara taşıyan İslami kesim olmuştu. O dönemde özellikle üniversite ve kamuda başörtülülere karşı başlayan cadı avı, İslami duyarlılığı olanlara dönük fişlemeler ve onları kamusal alandan tasfiye etme süreci toplumda kutuplaşmalara, mağduriyetlere sebep olmuştu. Bu zulüm ve baskı ortamı Müslümanları ortak paydada birleştirmiş, sonraki yıllarda yapılan seçimlerde ortak tavırlar almaya yöneltmişti. Sürecin bu şekilde estirdiği rüzgarlar ve akabinde ekonominin de kötüye gitmesi (2001 krizi) hükümetin seçime gitmesine sebep oldu. Hem toplumsal hem de ekonomik anlamda bu süreç 2002 yılında yapılan seçimde Müslümanları yeniden iktidara taşıdı diyebiliriz. Toplum, (özellikle sağcı/muhafazakâr kesim) “28 Şubat bin yıl sürecek” diyenlere tepkisini ortaya koymuştu.
Yeni hükümeti içerde bekleyen ekonomik ve toplumsal pek çok sorunun yanında dış politikadaki en büyük sorunu ABD’nin Saddam bahanesiyle Irak’a girmesi ve bunun için Türkiye’den destek istemesiydi. Mecliste yapılan 1 Mart tezkeresi2 oylamasında 267 salt çoğunluk sayısı elde edilmeyince tezkere meclisten geçmedi ve Türkiye ABD ile birlikte Irak’a karadan girmemiş oldu. Ancak sonrasında ABD’nin İncirlik Üssünü aktif olarak kullanmasına izin verildi. Irak’ta ölen 1,5-2 milyon Müslümanın ölümünde hem komşu hem de Müslüman ülke olmamız hasebiyle ABD’ye tepki göstermemiz, kınamamız ilişkileri askıya almamız gerekirken, lojistik destek veren ülke olarak tarihe geçtik. Ülkemizin ekonomik ve siyasal çıkarlarını Iraklı kardeşlerimizin ölümlerinden üstün tuttuk. Maalesef o dönemde hükümeti uyaracak toplumsal bir baskı olmadı, İslami camianın önde gelen hocaları gerekli uyarıları yapmadılar (Muhterem Hocamızı ve diğer uyaranları tenzih ediyorum). Sadece ABD’yi kınamakla Iraklı Müslümanlara kardeşlik vazifemizi yapmış olduk.
Dış politikada sıfır sorun parolasıyla hareket edecekken her tarafta sorunların çıkmasına sebep olan politikalara imza attık. İçeride siyasi istikrarı sağlama adına olumlu adımlar atılsa da (çözüm süreci gibi, toplumsal hak ve özgürlüklerin genişletilmesi gibi) dış politika daima çalkantılı seyretti. Arap Baharının tesiriyle 2011’de Suriye’de de birtakım ayaklanmaların olması, bu süreçte Türkiye’nin Suriye meselesinde aktif rol alma ve Irak’ta yaptığı hatayı (tezkerenin geçmemesi) tekrarlamama isteği sonucu daha da vahim hale getirdi. Irak politikası yeterince konuşulsaydı, hatalar söylenseydi ve gerekli dersler çıkarılsaydı Suriye’de daha kötüsü olmayacaktı. Sonuç olarak Irak ve Suriye politikalarındaki vahim hatalar, bir yandan ümmet anlayışımızı ve kardeşlik şuurumuzu zedeledi diğer yandan İslami hassasiyetlerimizi törpüledi. Mazlum kardeşlerimizin yanında yer almamız ve sınırlarımızda küresel sömürgeci güçlerin at oynatmasına izin vermememiz gerekirken onlarla stratejik ortaklık hesapları yaptık, İslami kimliğimizden ödün verdik. Bu duruma da âlimlerimiz ve kanaat önderlerimiz başta olmak üzere toplum olarak sessiz kaldık ve hatta kendimize haklı gerekçeler uydurma yoluna gittik. Sonuçta iki ülkede (Irak ve Suriye) yaklaşık 3 milyon Müslüman şehit oldu, İslam’ın tarihi izlerini taşıyan Bağdat ve Şam gibi şehirler harap oldu. Bugün Suriye politikasının baştan beri yanlışlığı artık yetkililer tarafından da itiraf edilmiştir. Suriye’de son günlerde rejim güçlerinin Rusya ve maalesef İran’ın desteğiyle İdlib’te katliamlarına devam ettiği bilinmektedir. Ancak medyamız bu olayla ilgili haberleri satır aralarında vermekte ve verirken de Rusya’nın ismini zikretmeyip sadece Suriye rejim güçleri diyerek olayı manipüle etmektedir. Benzeri bir durum Doğu Türkistan için de geçerlidir. Doğu Türkistan’da zulmü yapanın Çin olduğu belli iken bu zulmün üzerine çok fazla gidilmemesi, haberlerde değinilmemesi herhalde dış politika hassasiyetimizle(!) ilgilidir diye düşünüyorum. İsrail’in Filistin’e yaptığı zulümlerin de bahse konu olmasının hep seçim zamanlarına denk gelmesi de ayrıca ilginç bir konudur.
Toplumsal yapıya baktığımız zaman son yirmi yılın ilk yarısında (2002-2012) kısmen ekonominin düzeldiğini, insanların ev ve araba aldıklarını, var olanların evi/arabayı yenilediklerini, refah seviyesinin ve yaşam standartlarının özellikle orta kesim için yükseldiğini söyleyebiliriz. Dünyevi yaşantının ve refahın artması maalesef beraberinde dünyevileşmeyi getirmiş, İslami hassasiyetlerin ise zayıflamasına sebep olmuştur. Bu durumun bence en önemli sebebini Nebevi Metodun yerine uygulanan parti metodunda aramak gerekir. Parti metodunun gösterdiği hedef, iktidar olmak ve onun nimetlerinden faydalanmak olunca, onların elde edilmesiyle artık yeni bir hedef kalmıyor. Böylece asıl dava yani İslam’ın hâkim olduğu bir toplum, bir medeniyet meydana getirme, hiç olmazsa bu yolda gayret sarf edenlerin önünü açma sözleri unutuluyor. Artık yeni hedef, bu nimetleri (bazı STK’ların ve hocaların deyimiyle kazanımları) kaybetmeme anlayışına dönüşüyor. Değil mi ki bu hedef için o kadar zahmetler çekilmiş, o kadar tavizler verilmiş, o kadar mücadele edilmiş o halde kazanımları korumak artık boynumuzun borcudur. Bu uğurda nöbet tutmak tıpkı Uhud Savaşında okçular tepesinde nöbet tutmaya benzer gibi argümanlarla tabanda İslami hassasiyeti kaybolmamış olanlara da subliminal mesajlar veriliyor. Artık toplumun geldiği nokta; neslin bozulması, haramların yaygınlaşması, evliliklerin azalıp boşanmanın artması, yaşlı ebeveynlerin huzur evlerine hapsedilmesi, toplumda adaletsizliğin ve hukuksuzluğun yaygınlaşması önemli değildir. Önemli olan kazanımları kaybetmemek ve nöbet mahallini terk etmemektir.
Yeri gelmişken söyleyelim; âlimler ve idareciler (ulema ve umera), bir memleketin gidişatında en aktif rol oynayan iki kesimdir. Bir hadiste şöyle buyuruluyor: “Toplum içinde iki sınıf insan vardır ki bu iki sınıf iyi olursa toplum iyi olur, kötü olursa toplum kötü olur. Bunlar ulemâ ve ümerâdır.”3 Özellikle ulemanın ümera üzerindeki kontrolü kaybolursa ya da ulema ümeranın kontrolüne girerse işte asıl felaket o zaman başlar. Şimdi bu açıdan toplumumuza bakalım. Bunca yanlış şeyler olurken uyarması gerekenler ne yapmıştır? Acı da olsa gerçekleri söyleyebilmişler mi yoksa her seferinde fıkhi bir fetva bulma eğiliminde mi olmuşlar? Maalesef bugün Muhterem Hocamız gibi hakkı söyleyenler içeride, her yanlışa mazeret bulanlar, her yapılanı tartışmasız alkışlayanlar baş köşede tutuluyor. Âlimler bir memleketin tuzu mesabesindedirler, tuzu kokmuş olan bir memleket iflah olur mu? Aslında ilminin gereğini yapmayan âlimler hem ilmin değerini hem de ümera nezdinde kendi saygınlıklarını kaybederler. Ümeranın kendilerine gösterdikleri yakınlığı ilmin itibarından zannederler. Halbuki ilk başta nasihat etmeyenler sonraları nasihat etse de kabul görmeyecektir. Yöneticiler nezdinde kabul gören, onlara yakınlığıyla bilinen bir hocaya birisi şöyle sormuş: “Bu kadar vahim yanlışlıklar yapılıyor, sizin de aranız iyidir, neden uyarmıyorsunuz?” dediğinde, hocanın verdiği cevap: “Artık bizi dinlemiyorlar ki!” Neden acaba, daha düne kadar verdiğiniz fetvaları dinleyenler artık dinlemez oldular? Elbette sözünü esirgemeyen, İslami açıdan nasihat eden ve yanlışa yanlış diyen hocalarımızı tenzih ediyorum. Toplumun bu hale gelmesine, son yıllarda İslami cemaat ve yapılanmalara baskıların artmasına, birçok hayırlı faaliyetlerin yapıldığı vakıf ve derneklerin kapatılmasına, toplumda var olan adaletsizliğe, hukuksuzluğa ve zulümlere daha ne kadar gözümüzü ve kalbimizi kapatacağız?
Toplumda işlenen her bir haram, her bir zulüm ve münker toplum gemisine vurulan, gemiyi delmeye çalışan bir darbedir. Bu gemi (toplum) delik deşik olmuş ve her tarafından su alıyor. Olaya Kur’an ve Sünnetullah çerçevesinden bakarsak, toplumların geçmişte nasıl helak edildiklerini incelersek durumun vahameti daha iyi anlaşılacaktır. Bütün suç ulema ve ümerada değil aynı zamanda toplumdadır. Elimizde Kur’an ve Sünnet gibi pusulamız varken hedeften sapmaları, yanlışları görebilmeli ve gereken tepkileri gösterebilmeliydik. Maneviyat bozulmuş, İslam ülkeleriyle kardeşliğimiz zedelenmişken, nesil her geçen gün kötüye gidiyorken, İslami hassasiyetlerimiz, Müslüman şahsiyetimiz kan kaybederken konuşmayan ancak ekonomi kötüye gittiğinde konuşan bir topluma dönüşmemiz ne kadar acıdır. Özellikle neslimizin yani geleceğimizin gözümüzün önünde ellerimizden kayıp gitmesi acaba bu toplumun ne kadar umurundadır? Toplumda adalet rafa kaldırılmış, zulüm ve haksızlıklar artmışken duruma kayıtsız kalmak, daha da kötüsü yapılanların haklı yönleri olduğunu söylemek hangi vicdanın sesidir? Mecelle’de4 de geçen “Beraati zimmet asıldır” (kişi suçu ispat edilinceye kadar suçsuzdur) kaidesi bugünlerde tersine dönmüş, “kişi suçsuz olduğunu ispat edinceye kadar suçludur ve o zamana kadar da tutukludur”a dönüşmüştür. Hukukun evrensel bir maddesi haline gelmiş olan bu hak bu günlerde en kolay ihlal edilir olmuştur. Bugün keyfi bir şekilde tutukluluk süreleri uzatılmakta, tutuklanmadan aylar sonra iddianame hazırlanmakta ve mahkemeye çıkarılmaktadır. Mahkemeler de çeşitli bahanelerle ileri tarihlere ertelenerek mahkûmiyet süresi daha da uzatılmaktadır. En acısı da bugün bine yakın çocuk anneleriyle birlikte hapis yatmaktadır. Konu daha da uzayabilir çünkü gidişatımız sadece anlattıklarımla sınırlı değildir. Ancak bu kadarına değinebildim.
Son söz olarak ortak bir gemide olduğumuzun bilincinde olmalı, yapılan her yanlışın (kimden gelirse gelsin) gemiyi delme girişimi olarak algılanması ve engellenmesi gerektiğini bilmeliyiz. Şartlar ne olursa olsun Allah Azze ve Celle’nin bize yüklediği sorumlulukları yerine getirme mücadelesi içerisinde olmaya devam etmeliyiz. Ülkenin gidişatı İslami ve insani açıdan pek parlak görünmese de ümidimizi kaybetmemeliyiz. Allah Azze ve Celle kendi yolunda mücadele edenlerin yâr ve yardımcısı olsun.
1. Bakara, 143
2. 1 Mart tezkeresi: Irak krizi konusunda hükümet tarafından 25 Şubat 2003’te TBMM’ye sunulup genel kurulda reddedilen ve tam adı “Türk Silahlı Kuvvetleri’nin yabancı ülkelere gönderilmesi ve yabancı silahlı kuvvetlerin Türkiye’de bulunması için Hükümet’e yetki verilmesine ilişkin başbakanlık tezkeresi” olan tezkeredir.
3. Münavi, Feyzu’l-Kâdir, IV, 209
4. Mecelle-i Ahkâm-ı Adliye veya kısaca Mecelle, 1868-1876 yılları arasında Ahmet Cevdet Paşa başkanlığındaki bir komisyon tarafından derlenen İslami özel hukuk kuralları kodeksidir.