Türkiye’de son birkaç yıldır cemaat kavramı üzerinden tüm İslami faaliyetlere yönelik bir engelleme ve tasfiye süreci başladı. 17-25 Aralık’ta hükümet-cemaat kavgasıyla fitili ateşlenen süreç, özellikle 15 Temmuz 2016 tarihindeki darbe girişimi sonrasında daha da hız kazandı ve tüm İslami yapılara, hocalara yönelik bir cadı avına dönüştürüldü. Aslında engellemelerin olacağına dair emareler daha öncesinde belirmeye başlamıştı. 17-25 Aralık olayları, hükümet-cemaat gerginliği, 30 Ekim 2014 tarihli MGK’da “devlete paralel yapılanmalar” veya “legal görünümlü illegal yapılanmalar” ile ilgili alınan karar, son dönemde İslami faaliyetlere uygulanan tasfiye sürecinin daha önce karara bağlandığının ipuçlarını veriyor.
Aslında tarihte bir yolculuk yapıp Osmanlının son dönemlerine ve toplumu Batı’nın normlarına göre dizayn etmek isteyen ve o dönemde padişaha karşı özgürlükçü(!) söylemlerle yola çıkan İttihat ve Terakki’ye kadar gidebiliriz. O günlerden bu yana devlet içinde bir yapı sürekli olarak toplumun İslami yapısıyla uğraşmış, İslam’ı yaşamaya ve dini hassasiyetlerini muhafaza etmeye çalışanlara Batılı hayat tarzını dayatmış, kabul etmeyenlere türlü yaptırımlar uygulamıştır. Üstad Bediüzzaman Rahimehullah da risalelerinde yer yer bu derin komiteden bahsetmektedir. O tarihten bu yana devletin asıl sahipleri olduklarını düşünen bu yapının eliyle her 10-15 yılda bir darbe yapılmış (1960, 1971, 1980 vd.) toplum tekrar dizayn edilmiş, topluma korku yayılmış, sistem kendi kodlarına (fabrika ayarlarına) yeniden döndürülmüştür. Son dönemlerde darbeler şekil değiştirse de özünde aynı amaca dönüktür. 28 Şubat 1997 Postmodern darbesi, meşru hükümete karşı yapılmış, sonrasında tasfiyeler İslami faaliyet yapanlara, başörtülülere ve imam hatiplere yönelik olmuştur. Batı çalışma grubu adıyla bir grup özellikle başörtülü ve İslami hassasiyet sahibi kişileri adeta fişlemiş, onlara yönelik baskıları daha da arttırmıştır. Amaçlarının sadece hükümeti devirmek değil gelişen tüm İslami faaliyetleri bitirmek, toplumda uzun süreli bir korku atmosferi oluşturmak olduğunu, “28 Şubat bin yıl sürecek” şeklindeki söylemlerinden anlamak mümkündür. Aradan geçen bunca zaman sonra Temmuz 2017 tarihinde 28 Şubatla ilgili gerekçeli karar açıklandı. “103 Sanıklı davada, 21 sanığın müebbet hapsine, 68 sanığın beraatine, 14 sanığın hakkındaki davanın düşürülmesine karar verildi.”1 Sonuçta, kimi sanıklar yaş sınırından kimisi hastalığından kimisi de kamu davasının zaman aşımı nedeniyle davanın düşmesinden mütevellit haklarındaki cezalar infaz edilmedi, hiçbirisi gerçek manada yargılanmış olmadı. Ancak ne hikmetse 28 Şubattan dolayı mahkum edilen asıl mağdurlar ise hâlâ hapislerde ceza çekmeye devam ediyorlar.
28 Şubatta İslami faaliyetlere yönelik baskı oluştuğunda Müslümanlar ortak paydada birleşebilmişti. Çünkü mağdur edilen başta İslami kimliğiyle bilinen meşru hükümet, İslami faaliyet yapan sivil toplum kuruluşları, bazı kanaat önderleri, üniversitede okuyan veya kamuda çalışan başörtülüler olunca, üstüne üstlük 28 Şubatı dayatan kişiler de sol kimliği ile ön plana çıkmış kimseler olunca Müslüman halkın ortak paydada buluşması zor olmadı. Bu sebeple de aslında toplumun tüm kesimlerine sirayet edemedi, toplumsal desteği bulamadı.
Kasım 2002 tarihinde İslami hassasiyetleri olan, eşleri başörtülü kendileri namaz kılan insanlardan oluşan yeni bir hükümetin başa geçmesiyle toplum, artık 28 Şubatlar tekrar yaşanmayacak, İslami gelişmelerin önü açılacak, dini inanca ve kılık-kıyafete karışılmayacak, toplumda normalleşme olacak, dindar nesiller yetişecek demeye başladı. Bir süre özgürlükler genişletildi, başörtüsü meselesi ve kılık-kıyafet sorunu ortadan kalktı. Hatta Kürt sorunu ve bu sorunun çözümüne yönelik çözüm süreci girişimleri başladı. Tam artık kardeş kavgası bitecek, toplumda barış olacak, şehit haberleri gelmeyecek, analar ağlamayacak, 1000 yıllık Türk-Kürt kardeşliği tekrar tesis edilecek ümitlerine kapılmışken (yaklaşık 2 yıllık süreçte çok az olay olmuştu) birdenbire proje askıya alındı. Çözüm süreci bitirildi, deyim yerindeyse tekrar silahlar konuşmaya başladı.
17-25 Aralık hükümet-cemaat kavgasının akabinde birileri hükümete MGK’da “devlet içinde paralel yapılanmalar,” “legal görünümlü illegal yapılanmalar” şeklinde kararlar aldırdı. Hâlbuki bu karar sadece devlet içinde gerçekten paralel yapılanma içinde olanları değil, tüm sivil toplum kuruluşlarını, cemaatleri bu kapsama sokabilecek ucu açık bir karardı. O tarihlerde Sabah Gazetesi yazarlarından biri, katıldığı bir TV programında: “Artık devlet içinde hiçbir cemaate yer yok, bundan sonra ne Süleymancı, ne Nakşibendi, ne Menzil, ne de İsmailağa ve İskender Paşa... Devlet tüm cemaatlerle etkin bir şekilde mücadele edecek” diyordu. Aynı dönemlerde Gazeteci-Yazar Faruk Köse, 4 Kasım 2014 tarihli yazısında: “İşte buraya yazıyorum. Bugün pek çok kişinin hoşuna gidiyor olsa da 30 Ekim 2014 tarihli MGK kararlarında gündeme gelen “devlete paralel yapılanmalar” tanımlaması, yakın gelecekte İslami duyarlılığı yüksek kişi ve kesimlerin başına bela olacaktır...” O günlerde Hocamız da bu meseleye temas etmiş, bu kararın ucu açık bir karar olduğunu, uygulayıcılar eliyle istenilen tarafa çekilebileceğini söylemişti.
15 Temmuz 2016 darbe girişimi sonrasında medyada boy gösterenler, gazetede yazanlar çizenler, sadece darbe girişiminde bulunan o cemaate yönelik değil tüm cemaatlere ve hatta İslami kavramlara dönük konuşmaya, bir nevi kinlerini kusmaya başladılar. Nasılsa artık ülke zemini tüm İslami yapılara, cemaatlere, hocalara sövmeye müsait hâle gelmişti. Bu fırsatı iyi değerlendirdiler. Gerek sosyal medyadan gerek ulusal kanallardan sürekli cemaat kavramı ve bunun üzerinden Müslümanlara yönelik karalama kampanyası yürütüldü. Maalesef hükümetin konuya yaklaşımı (o cemaate olan kızgınlığından dolayı) da aynı paralelde olunca hızını alamayan bir kesim sosyal medyada adeta savcı-hâkim gibi insanları sindirmeye, ötekileştirmeye, canlarının istedikleri hakkında algı operasyonları yapmaya başladılar. Binlerce insanın gözaltına alınması, bir kısmının işinden atılması bir kısmının hapsedilmesi, her gün cemaat kavramı aleyhine propaganda yapılması, samimi hocaların itibar kaybına uğratılması onların elini daha da güçlendirdi. Örneğin Nureddin Yıldız Hoca’ya yıllar önce bir sohbetinde sorulan fıkhi bir soruya verdiği cevap üzerine, yazılı ve görsel basında linç kampanyaları başlatıldı. Hocamızın, din nasihattir çerçevesinde yapmış olduğu samimi uyarılarını içeren videolar, başka anlamlara gelecek şekilde kırpılarak medyaya servis edildi. Sıra şu cemaatte ve yapıda denilerek adeta tüm cemaatlere dönük bir hedef gösterme, sıranın kendilerine geleceğine dair söylemlerle mensuplarını korkutma, faaliyetlerini engelleme amaçlandı. 28 Şubatta başaramadıklarını, hükümette Müslümanların olduğu bir dönemde başarmak, oluşacak toplumsal mukavemeti en aza indirmek hatta toplumun desteğini almak, ileride bu yapılanların hesabı sorulacak olursa adres olarak hükümeti göstermek için böyle bir dönemde yapıyorlar. Aslında tüm tarikatların ve cemaatlerin kökünü kazımak istiyorlar, ancak bunu yaparken peyderpey yapıyorlar. Önce hükümetin bazı yanlışlarına muhalefet eden, hedef gösterilmesi daha kolay olanlardan (Furkan Vakfı gibi) başladılar, sonra sırasıyla tüm kesimleri tasfiye etmek ve İslami gelişmeleri tümden bitirmek istiyorlar. Aslında Hocamızın dediği gibi, önce hükümete bindiği dalı kestirmek sonra da kendisini bitirmek istiyorlar. Cemaat kavramını bitirerek, İslami faaliyetleri engelleyerek, bunların yerine kimleri ikâme ediyorlar? TV’lerde boy gösteren ve revaçta olanlar maalesef ya din konusunda yüzeysel bilgisi olanlar veya dine (Kur’an ve sünnete) bakışı problemli olanlardır. Bunların eliyle bir yandan dinin güncellenmesi, hadislere bakış gibi konularla Müslüman toplumun kafasını daha da karıştırıyorlar. Diğer yandan ehli sünnete bağlı samimi hocaların konuşmalarını kırpıp, yanlış aksettirerek toplum nezdinde onların itibarını zedeliyorlar. Yani deyim yerindeyse bir yandan sistemin sahibi olduklarını vehmeden, cemaatlerin kökünü kazıyacağını söyleyenler hayatlarının baharını yaşıyor, diğer yandan dini, bu günlere kadar taşıyan İslam ümmetinin üzerinde icma ettiği anlayışın dışına taşımak isteyen, bunu yaparken de Kur’an’ı tarihselci bakışla yorumlayan, hadisleri reddeden bir mantıkla hareket edenler meydanda at koşturuyorlar. Samimi ehli sünnet âlimleri (tenkid ettikleri gerekçesiyle) hapsediliyor veya susturuluyor, toplumun dini anlayışını bozacak fikirler taşıyan kesim el üstünde tutuluyor. Maalesef bu duruma cemaatler de hocalar da sessiz kalıyor, susmayı tedbir veya maslahat zannediyorlar. Böyle yapılırsa İslami faaliyetleri bitirmek isteyenler daha da cesaretlenecek, bugüne kadar elde edilen haklar kaybedilecek, Ortadoğu ülkelerinde olduğu gibi özgürlüklerin kısıtlandığı, kimsenin konuşturulmadığı, üç beş kişinin bir araya gelemediği yıllara doğru sürükleneceğiz. Zaten bunun emareleri de görülmeye başladı. Ankara’da bir evde toplanan ve vefat eden yakınlarına Kur’an okuyan mahalle kadınlarına (5-6 kişi) bir daha böyle bir şey yapmamalarını, bunun yasak olduğunun söylenmesi ülkemizi 1940-1950’li yıllara geri döndürme çabası değil de nedir?
Ülkemiz Ortadoğu ülkesi gibi her türlü engellemenin, baskının had safhada olduğu, fikirlerin susturulduğu ve tek bir düşüncenin hâkim olduğu bir ülkeye dönüşürse, toplum da İslami gelişmeler de bundan nasibini almaz mı? Öyleyse toplumun bu yöne kanalize olmaması, hayırlı İslami faaliyetlerin bitmemesi, toplumun huzur ve refahı için, ülkenin normalleşmesi için herkes seferber olmalı, doğruya doğru yanlışa da yanlış demelidir. Özellikle de toplumun kanaat önderlerine çok iş düşmektedir. Sıranın kendisine gelmesini beklememeli, şu anda mağdur edilen engellenen cemaatleri ve faaliyetleri onların yanlışı gibi görüp bunu kendisine mazeret yapmamalıdır. Furkan Vakfı’na yapılanların asıl nedenini geçmiş sayılarımızda zikretmiştik.2 Bunun sebebi, Tevhidi anlatıyor olmamız, yanlış olarak gördüğümüz bazı meselelerde (Irak, Suriye, Mısır, çözüm süreci gibi...) nasihat içerikli tenkitlerimizdir. Ancak bu engelleme sadece Furkan Vakfı ve Alparslan Kuytul Hoca ile sınırlı kalmayacak, genişletilerek toplumdaki diğer cemaat ve sivil toplum kuruluşlarına (STK) da sirayet edecektir. Cemaatler ve STK’lar aralarındaki birtakım ihtilafları göz ardı etmeli, asıl tehlikeyi görmeli ve ortak paydada birleşmelidirler. Yetkililer bugüne kadar yapılan samimi uyarıları maalesef dikkate almadılar. Ancak yine de onlarla yakınlığı olan samimi kişiler, onları bu yönde uyarmalıdırlar. En azından emr-i bi’l ma’ruf nehy-i anil münker görevini yerine getirmiş olurlar. Onlara şunu söylemelidirler: Irak, Suriye, Arap Baharı gibi konularda birçok yanlış yapıldı. Bu yanlışlar Müslümanlardan milyonların ölümüne ve memleketlerin harap olmasına sebep oldu. Ancak bu seferki tahribat daha da büyüktür. Neslin imanı tehlikededir, eğer İslami faaliyetler engellenirse bu nesil nasıl dinin gerçeklerini öğrenecek, dindar nesiller nasıl yetişecek? Gelin bu vebalin altına girmeyin, âhiret var, Mahkeme-i Kübra var demelidirler. Kur’an’ın ifadesiyle “hayra engel olanlardan” olmayın.
Hayırlı İslami faaliyet yapanlar da söylemlerine devam etmeli, tek destekçi olarak Allah Azze ve Celle’yi görmekten, O’na güvenip dayanmaktan başka bir yola tevessül etmemelidirler. Çalışmalarını yaparken de özellikle Tevhid üzerinde durmalı, işe onunla başlamalıdırlar. Bunu söylerken toplumun Müslüman olmadığını düşündüğümüz ve onları dine davet ediyoruz zannı ortaya çıkmamalıdır. Tevhid’in manası, O’nun bir kelime değil bir hayat nizamı olduğu ve Allah’ın üzerimizdeki hakları üzerinde durmayı kastediyorum. Çünkü Tevhid tüm Peygamberlerin ortak yolu, davalarının esası ve nihayetinde yeryüzündeki asıl kavganın da temel nedenidir. Çünkü Tevhid, “Mülk Allah’ındır ve O’nun dediği olmalıdır” der. Hükmü yalnız Allah’a tevdi eder. İnsanlar Allah’ın kullarıdır, O’nun gösterdiği kriterlere uyarlarsa toplumlarında huzur ve refahın olacağını, aksi takdirde toplumsal kaos ve kargaşadan kurtulamayacaklarını söyler. Bunun kuru bir söylemden ziyade bir yaşam tarzı olduğunu va’zeder.
Cemaat gibi İslami kavramlardan soğumuş/soğutulmuş bu topluma cemaatlerin gerekliliği, ilmi ve akli delillerle (bilenlerce) anlatılmalı, bugüne kadar cemaatlerin yaptıkları hayırlı hizmetler hatırlatılmalıdır. Geçmişten günümüze Batı’nın türlü tazyiklerine, saldırılarına rağmen bu toplumda İslam algısı, dini hassasiyet hâlâ bozulmamışsa, bu durum öncelikle Allah Azze ve Celle’nin yardımı sonra da hayırlı faaliyetler yapan vakıflar, cemaatlerin vesilesiyledir. Bir toplum kendini değiştirmezse, Allah’ın da kendini olumlu manada değiştirmeyen böyle bir topluma nimet vermeyeceği gerçeğini unutmamalı, neslin kurtuluşu, toplumun ıslahı için çalışmalıdır. Bugüne kadar bu yolda hizmetler yapmış, hayrın öncüsü olmuş büyüklerimizi saygıyla yad ediyor, kendilerine Allah’tan rahmet diliyorum. Şartlar ne kadar zor olursa olsun, mücadeleden yılmamayı, hayrın öncüleri olan dava büyüklerinden devraldığımız sancağı daha da ilerilere taşımayı kendim ve tüm kardeşlerim adına Rabbim’den niyaz ediyorum.
1. www.hurriyet.com.tr (03.07.2018).
2. Asıl Sebep Tevhid ve Tenkid, Furkan Nesli Dergisi, Sayı 82.