Başyazı

Ümmetimizin Çökertilmesinin Hikmetleri -3

Paylaş:

Gönderdiği tevhid inancı ile bizi kullara kul olmaktan kurtaran Allah’a hamd; insanları kulluğa ve medeniyete ulaştırmak için gece gündüz çalışan Rasulüne salât-u selam; Efendimiz’in kurduğu medeniyeti yeniden canlandırmaya gayret gösteren tüm Müslümanlara selam ile…

Ümmetimizin çökertilmesinin hikmetlerini anlatmaya devam edelim.

Dördüncü Hikmet: Tevhid inancına ve İslam nizamına sarılmanın önemini hatırlatmak.

Müslümanlar tevhidin manasını unuttukları günden itibaren hayat kanunlarını ve medeniyet esaslarını başkalarından almakta bir mahzûr görmediler. Çünkü tembellik yapıp görevlerini yapmadıklarından dolayı batı dünyasından geride kalmışlardı. Mağlubiyet psikolojisi ve geri kalmışlık kompleksi içindeydiler. Geri kalmalarının gerçek sebebini bulup önlemler alacaklarına işin kolayına kaçtılar, Batı Medeniyeti’ne intisab etmeyi ve onları taklit etmeyi tercih ettiler. Bu yaptıklarına tevhid inancının müsaade etmediğini unuttular. Çünkü tevhid, hayat nizamının sadece Allah’tan alınmasını zorunlu kılar. Müslümanlar batıya meyledip onları taklit etmenin Allah’ı ve nizamını terk etme, Allah Azze ve Celle’nin kanun koyma yetkisini insanlara verme olduğunu, bunun sonucunda Allah tarafından cezalandırılacaklarını unuttular. Allah Azze ve Celle, peşinden gittiğimiz batının eliyle bizi tokatlayarak tevhid inancına ve İslam nizamına bağlı kalmanın önemini öğretti. Çökertilmeseydik, batılılaşma hızlanarak devam edecekti. Çökertilerek hem daha fazla batılılaşmaktan kurtarıldık hem de tevhidi terk edip batı nizamını alınca neler olacağını görmemiz sağlandı.

Bir çok kimse madden gelişmiş olan batı dünyasına dâhil olur ve onları taklit edersek hızla yükselip çağı yakalayacağımızı zannetmiş, bunu hayal etmiş olsa bile durum bunun tam aksine gerçekleşmiş ve bu yanlış intisab ve taklitçilik bizim canlanmamızı ve silkinmemizi geciktirmiş ve hep başkasını takip edip her şeyi onlardan bekleyen mukallitler durumuna getirmiştir.

İbn-i Haldun da Mukaddime’de bu gerçeği tespit eder ve der ki: “Bir millet başka devlete intisab ederek, bolluk ve rahat içinde yaşarsa onların hayat tarzını kabul eder. Bunun sonucu olarak asabiyyet, atılganlık ve şecaat zayıflar ve bu yüzden hiçbir zaman devlet kurma derecesine yükselemezler.” Çünkü artık kendileri üretmeyen, üretmeye gerek görmeyen, kendilerinde böyle bir gücü ve isteği bulamayan ve sadece tüketen bir toplum haline gelmişlerdir. Yani başkalarının izinden gitmek onları tembelleştirmiştir. Mağlub milletlerin galip milletleri taklid edeceği gerçeğini anlatırken de der ki: “Yenilenler, yenenleri örnek alır. Hatta galibiyetlerinin âdet, mezheb ve hatta dinlerinden ileri geldiği vehmine kapılırlar. Evlerini onların evlerine, sanatlarını onların sanatlarına benzetmeleri istila altında olduklarının belgesidir.”

Evet, İbn-i Haldun’un da ifade ettiği gibi mağlub olanlar galipleri taklit ederler. Birinci aşamada; onlardan maddî şeyleri, icatlarını ve teknolojilerini almaya başlarlar, “ahlâklarını ve kültürlerini almayacağız” iddiasında bulunurlar. Ama bu sadece bir iddia ve tatlı bir hayal olarak kalır. İkinci aşamada; kılık-kıyafet gibi maddî âdetleri alırlar. Taklitçiliğin üçüncü aşamasında ise; onlardan dil, kanun ve sanat gibi çeşitli kültür unsurlarını alırlar ve çökmeye başlarlar.

Daha sonra taklitçilik hızlanarak ve azgınlaşarak devam eder ve dördüncü aşamaya geçilir. Bu aşamada onlardan sosyal ve ahlâkî ölçüleri ve onların insanî değer ve kriterlerini alırlar. Hayata ve insana onların baktığı yerden ve onların mantığıyla bakarlar. Hâlbuki onların bu bakışı dinlerinin bir sonucudur ve dinleri ise şirk üzerine kuruludur. Onlar dünya hayatını önemsemeyip sadece dünya nimetlerini önemsemekte, dünya hayatını sadece arzuların yerine getirildiği, her türlü nimetten ölçüsüz ve kuralsız istifade edildiği bir yer olarak görmekte ve nefislerine tapmaktadırlar. Bunun için her şeyi mübah görmüş ve tüm haramları helal yapmışlardır. İnsanı da putlaştırmakta ve onu Allah’a kul olarak görmemekte, Allah tarafından yaratılmış, O’nun tarafından rızıklandırılan ve korunan insanın tamamen özgür olduğunu, istediği gibi kanunlar koyabileceğini ve istediği gibi yaşayabileceğini düşünmektedirler. İnsana Allah’ın yetkilerini vererek onu Allah’a denk hatta üstün tutmakta ve Allah’a değil kullara itaat etmektedirler. Ama batı medeniyetinin bütün bu yanlışları unutuldu, çünkü onları taklit ile yükselebileceğimize bunun başka bir yolunun olmadığına bir kere karar verilmişti.

Daha sonra beşinci ve son aşama gelir ve onların inançlarını ve ideolojilerini de alırlar ve yok olurlar. Artık bunlar yoktur, onlar vardır. Bunlar onlara dönüşmüşlerdir. Yaptıklarını onlar ve onların ideolojileri namına yaparlar. Kendi namına yaptıkları bir şey yoktur. Çünkü artık yokturlar. O yüzden Kur’an-ı Kerim Hud Suresi’nde: “Zalimlere meyletmeyin, sonra size ateş dokunur” buyurur.1 Bütün şirk çeşitleri Allah’ın hakkını inkâr ve kişinin kendisini cehenneme atması olduğundan hem Allah’a hem de kişinin kendine yaptığı büyük bir zulümdür ve bu manada bütün müşrikler zalimdir. Ve ayet-i kerime o müşriklere meyledilir ve onlara benzenirse bize de ateşin dokunacağını haber vermiş ve bizi uyarmıştır. Bize de dokunacak olan bu ateş sadece ahirette değil bu dünyada da dokundu, değer ve kültürümüzü kaybettik. Başka medeniyetlere dâhil olup onları taklit ettiğimiz için daha fazla geri kaldık ve gücümüzü kaybettik. Sonra 1. Dünya Savaşında kâfir ve zâlimlerin haksız saldırıları, zulümleri ve ateşi bize dokundu ve Allah’ın sünneti gereğince cezalandırıldık.

Hâlbuki İslam’ın en temel esası tevhiddir. Tevhid, Allah’ın varlığını ve bir olduğunu ifade ettiği gibi Allah’tan başka hiçbir ilahın olmadığını, O’nun ortağının olmadığını da ifade eder. İlah, Arap dilinde ‘ma’bud’ yani ‘ibadet edilen’ manasına gelir. İbadet ise itaat ve boyun eğmek manasındadır. Yani ilah, kendisine itaat edilen, sevilen ve boyun eğilen zattır. O halde İslam’ın temel akidesi olan ‘Le İlehe İllallah’, Allah’tan başka hiçbir ilah yoktur derken ‘O’ndan başka itaat edilecek bir makam yoktur’ demektedir. Yani insanların dünya hayatında bağlı kalacakları kanunları ve medeniyet esaslarını sadece Allah tayin eder. O’ndan başkasının insanlara kanunlar ve esaslar koymaya, insanların hayatına hükmetmeye hakkı yoktur. Bunu yapmaya kalkışan, insanları kendi kulları gibi kendini de onların ilahı gibi görmüş olur. Bu, insanın haddini aşmasıdır. Çamurdan ve spermden yaratıldığını ve kulluğunu unutmasıdır. Bu, insanın firavunlaşması ve ilahlık taslamasıdır. Bu, insanın şirke düşmesi ve kendini insanlar üzerinde Allah gibi yetkili görmesidir.

İşte insan ‘Le İlehe İllallah’ dediğinde ‘tüm kâinata Allah hükmettiği gibi benim hayatıma da Allah hükmetsin, kâinatta ondan başka otorite olmadığı gibi benim hayatımda da ondan başka otorite olmasın’ demiş olur. Bu inanç sadece Efendimiz Sallallahu Aleyhi ve Sellem’e verilmiş bir inanç değil tüm peygamberlere verilmiş bir inanç idi. Çünkü tüm peygamberlere verilen din aynı idi. Ve o din İslam’dır. Yani Allah’a, sadece Allah’a teslim olmak. Sadece O’na teslimiyetin gereği olarak diğer ilah taslaklarını reddetmek… Tüm peygamberler aynı gerçeği haykırdılar. Âraf suresinde bu gerçeği; Hz. Nûh, Hz. Hûd, Hz. Salih, Hz. Şuayb aynı ifadelerle kendi kavimlerine ilan etmekte ve “Ey kavmim, Allah’a kulluk edin, sizin O’ndan başka ilahınız yoktur.”2 diyerek onları ‘Le İlehe İllallah’a çağırmaktadırlar.

Hristiyan din adamları Hz. İsa Aleyhisselam’a indirilen dini yani İslam’ı Hristiyanlığa dönüştürdü ve dinin yani İslam’ın hayatla ilgili kanunlarını yani şeriat kısmını iptal edip sadece ahlâk kurallarından ibaret olan, hayata karışmayan ve hayatın dışında bir din meydana getirdiler. Hâlbuki Hz. İsa Aleyhisselam Matta İncili’nde: “Deyin ki: Allah’ım saltanatın gelsin, gökte hâkim olduğun gibi yerde de hâkim olasın3 der. Yani Hz. İsa’ın kavga ve mücadelesi de Allah’ı yeryüzüne ve insana karıştırmayan ve O’na sadece gökleri yani tabiat olayları üzerinde hâkimiyeti veren anlayışa karşı idi. İsa Aleyhisselam bunu reddediyor. “Yalnızca göklerde ve tabiat üzerinde değil, insanlar üzerinde de Senin dediğin olsun Rabbim” diyerek insanların, insanlar üzerinde hâkimiyet ve hüküm koyma hakkının olmadığını ilan ediyordu. Ama kilise devlet yöneticilerinin baskısı ile Hz. İsa’nın getirdiği tevhid dinini bozup, dini kilise dışına çıkmayan, hayatla ilgili kanunları olmayan, krallara karışmayan birtakım âyinlerden ve ahlâk kurallarından ibaret laik bir din haline getirdiler.

Tevhid inancı insanın kullara kul olmasını engelleyerek insanın onurunu ve şerefini koruyan bir inançtır. İnsan, kendini yaratan ve rızkını veren Allah’a itaat eder; O’nun kendisi için koyduğu kanunlara bağlı kalırsa hem birçok sorunlarla karşılaşmaktan kurtulur hem de bu onun şeref ve onuruna bir zarar vermez. Ama kullara itaat edecek olursa hem dünyanın şu anda karşılaştığı ve karşılaşacağı binlerce medeniyet sorunu ile karşılaşır hem de kullara kulluk yaptığı için insanlık şeref ve onurunu kaybeder.

Tevhid inancı sadece bir inanç değil bu inancın gereği olarak sadece Allah’ın hükmettiği ve sadece O’nun dediğinin olduğu bir hayat nizamını da içerir. Dolayısıyla Allah’ın koyduğu esaslara bağlı olan bir toplum güçlenir ve dünya devleti olur. Çünkü Allah’ın yasaları insana ve topluma uygundur ve onları yalnız mânevi alanda değil maddi alanda da yükseltir. Tarihimiz de buna şahittir. Allah’tan başkasına itaat etmeyip sadece onun esaslarına göre yaşadığımız asırlarda dünyanın süper gücü olmadık mı? O esaslardan ayrılınca gerileme ve fitneler baş göstermedi mi?

Hz. Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem tevhidin yalnız ahireti değil dünyayı da kazandıracağını ifade ederken; “Ben onları öyle bir kelimeye davet ediyorum ki onu kabul ettikleri zaman tüm Araplar da Arap olmayanlar da onlara boyun eğecek” demişti ve onlar da: “Nedir o kelime, söyle söyleyelim?” dediklerinde: “Le İlehe İllallah diyeceksiniz” buyurmuştu. Bu-nu söyleyin güçlenin ve dünya devleti olun. Bu sadece bir söz ve bir inanç olsaydı elbette ki böyle büyük sonuçlar doğuramazdı. Ama o aynı zamanda bir hayat nizamını ifade ediyordu ve hayatını değiştirmek istemeyen müşrikler, özellikle toplumu sömüren kodamanlar bu yüzden bu inancı reddetmişlerdi. Tevhid sadece bir inanç olsaydı bu kadar şiddetli muhalefet etmezlerdi. O dönemde kendi inançlarını reddeden başka birçok inanç vardı. Onlara bu kadar düşmanlık yapmamışlardı. Tevhidi reddettiler hâlbuki Tevhid haktır. Çünkü;

1. Madem her şeyin yaratıcısı, rızık vereni, idare edeni Allah’tır. O halde O’nun dediği olmalıdır ve bu Allah’ın hakkıdır, bunu vicdan da kabul eder, hatta söyler. Bunu kabul etmeyenin ya vicdanı yoktur ya da vicdanının sesini duymak istememektedir. Allah’ın dışında birinin ise “benim dediğim olsun” demeye hakkı yoktur ve olamaz.

2. Madem en iyi bilen Allah’tır, O’ndan daha iyi bilen yoktur, o halde O’nun dediği olmalıdır. Bu, aklın da kabul ettiği ve etmek zorunda olduğu bir gerçektir. Bunu kabul etmeyenin ya aklı yoktur ya da aklının sesini duymak istememektedir.

Müslümanlar hükmün Allah’a ait olduğunu, başkalarının Allah’ın ve Rasulü’nün hükmüne aykırı hüküm koyamayacağını, bunu yapan olursa o hükümlerin reddedilmesi gerektiğini emreden ayetleri ve hadisleri unuttukları gibi hükmün Allah’tan alınması gerektiğini ifade eden aklî delilleri de dikkate almadılar.  İslam’ın hükümlerinden herhangi birinin terkinin bu dünyada da bir takım sonuçları olduğuna göre İslam’ın en temel inancı olan tevhidin terk edilmesinin de elbette bir takım sonuçları olacaktı. Allah, Tevhid inancını ve İslam medeniyetini terk etmenin sonucunu gösterdi ki bir daha Tevhid inancını ve medeniyetini terk etmeyelim ve başka medeniyetlere yönelmeyelim.

1- Hud, 113

2- A’raf 59, 65, 73, 85

3- Matta İncili 6/9-10