YAZAR: FARUK ERKÖSE
Bu köşede 25.02.2013’te yazdığım yazının başlığı “Asker Cuntasından Polis Monarşisine mi?” idi. Bugün diyeceklerimin doğru anlaşılabilmesi için, o yazıdan bir bölümü tekrar etmek istiyorum. Demiştim ki:
“Ya polis bir zihniyetin kontrolünde organize olur da ‘askeri cunta’nın yerini ‘polis monarşisi’ alırsa ne olacak? Çünkü eğer sistem çok iyi düşünülüp sınırları belirgin olarak çizilmezse, eğer polisin görev ve yetkileri çok net ve yoruma mahal bırakmayacak biçimde belirlenmezse...bu işin sonu ‘asker cuntasından ‘polis monarşisine geçiş ile noktalanacaktır.”
“Eğer iç güvenliğin emanet edileceği polis... Belli gruplardan, ekollerden, cemaatlerden, sosyal kümelerden, toplumsal katmanlardan birinin ya da birkaçının güdümünde ve etkisinde olacaksa, bunun sonuçları daha tehlikeli olmayacak mı? Bazı kesimler diğer bazı kesimleri tahakkümü altına almayacak mı? Eğer ülke güvenliği ve asayişi, devletin rejimi ve sistemi, belli bir ideolojiye ya da bir grubun zihniyetine göre biçimlenmiş polis monarşisine teslim edilecekse, kafasına estiğinde cunta kurup darbe yapan orduyu ‘toplumsal özgürlük’ adına iç güvenlikten uzaklaştırmanın ne kazancı olacak... Profesyonel bir silahlı güç, belli bir ekolün kontrolüne geçer de ‘asker cuntasının yerini ‘polis monarşisi’ alırsa, buna karşı hangi mekanizma ile dur denilebilecek?”
Son operasyonun işleyişine bakın, endişelerimde haklı olup olmadığıma siz karar verin. Öyle ya, İçişleri Bakanı kendisine bağlı polisin ne yaptığından/yapacağından habersiz. Emniyet Genel Müdürü, Vali, İl Emniyet Müdürü, hatta Şube Müdürleri habersiz. MİT’in ruhu duymamış. Savcıdan emir alan polis âmirleri, emrindeki polisleri üstlerine haber vermeden operasyona sevk ediyor! Hal böyleyken, “Polis Monarşisi”nden endişe etmek gerekmez mi?
Buna “yargı erki”nin de “belli bir grup, cemaat, ekol, sosyal küme, toplumsal katman” tarafından kontrol edilmesi ihtimalini ekleyin; “bir derin yapıdan başka bir derin yapıya evrilmek”ten başka ne kazanmışızdır dersiniz?
Şimdi başlıktaki “Korku İmparatorluğu” meselesine geçelim.
Hatırlarsanız, bu tabir on sene öncesine kadar iş ve basın camiasının önde gelenlerinden “Uzan Grubu” için kullanılmıştı. Bu grup, çıkarlarını yürütmek için, günü geldiğinde servise sunmak üzere, kişilerin ve kurumların zaaflarını tesbit edip içinde “kasetler” de bulunan dosyalar hazırlatıyor; çıkarlarını yürütmek için bu dosya ve kasetleri “şantaj aracı” olarak kullanıyordu. Ünlü işadamları ve çocuklarının peşine ajan taktıkları, onları gizli kamera ile izlettirdikleri, telefonların dinletip kaydettikleri, “özel hayat”larıyla ilgili görüntüler hazırladıkları biliniyor. Hatta bu grup, bir partinin kurucusunu genel kurula bile sokturmadan partisini ele geçirmişti. Bu yüzden Uzan Grubu, “Korku İmparatorluğu” kurmakla nitelendirildi.
İzlemeler, dosyalar, kasetler, bir partiyi ele geçirme operasyonu, teknolojik takip ve güvenlik araç-gereçleri... Uzanların korku imparatorluğunun bilinenleriydi bunlar. Şimdi aynısı, Cemaat/Camia için iddia ediliyor. Son operasyonun öncesinde ve ardından, bunlar basında yoğun olarak işlendi. Bir farkla ki, “Cemaat”in korku imparatorluğu sadece “basın” ve “finans-iş” hayatından ibaret değil, bir de “polis ve yargı ayağı” var. Hatta, “milletvekili istifaları” tehdidiyle AK Parti’yi “hizaya sokma”ya, böylece “politikayı dizayn etme”ye çalıştıkları söyleniyor.
Gelişmelere iyi bakın. Uzanlar’ın “dosyalar” ve “kasetler”le hüküm sürdüğü “Korku İmparatorluğu”nun benzerinin, adına “Cemaat/Camia” denilen grup tarafından yeni bir formatta sürdürüldüğüne, “Cemaat/Camia”nın kendi “Korku İmparatorluğu”nu kurduğuna, bunu “yargı ve asayiş güçleri”yle de desteklediğine dair “toplumsal kanaat” oluşmak üzere. Buna sebep olan da, tıpkı Uzan Grubu gibi, “Cemaat/Camia”nın da rakip gördüğü AK Parti Hükümeti’ne karşı “kaset”ler ve “dosya”lar üzerinden saldırıya geçmesidir ki bu, epeydir “izleme”, “dinleme”, “görüntüleme”, “dosyalama”, “takip” faaliyetlerinde bulunduğu anlamına gelir. En azından görünen o.
Ancak, millet “korku”yla yaşamak istemiyor artık; bu yüzden, korkarım “Cemaat/Camia”nın sonu da Uzanlar’ın sonu gibi olabilir. Koskoca bir “Hizmet Hareketi”, kilit mevkilerini ele geçirdiğini zannettiğim “çıkarcılar” tarafından, üstelik tam da “küresel habis güçlerin çıkarlarıyla örtüşecek şekilde”, kardeşleriyle çatıştırılıyorsa, bu işte “hayır” aramaktan vazgeçip, buna “hayır” demek gerekmez mi? “Cemaat/Camia”nın samimi tabanının, “abiler”inin her dediğini keramet saymaktan vazgeçip “İslami feraset”i takınması lazım gelmez mi?
Öyle sanıyorum, daha önce de yazdığım gibi; Fethullah hocaefendi ABD’de esir ve Cemaat/Camia üzerindeki otoritesini büyük ölçüde kaybetmiş durumda. Hocaefendi, sadece “marka” olarak tutuluyor; “samimi hizmet cemaati”, Hocaefendi adına kendi kardeşlerine karşı düşman safında mücadeleye sevkediliyor. O halde, önce “Hocaefendi”yi bu esaretten kurtarmak lazım.
Müslümanlar, “inandığı değerler”in ne olduğunu, “yaptığı iş”in o değerlere, “Kur’an’ın mesajı”na uyup uymadığını, “durduğu yer”in “kimin yanında/safında olduğu”nu, “yaptığı hamle”nin esasında “kimin işine yarayaca”ğını, “kiminle ortak çıkar grubu kurduğu”nu düşünmesi lazım.
“Lokal örnekler”de isabet etmek önemlidir de, önce “duruş”unun “global ölçekte kime/neye hizmet ettiği”ne bakmak gerekmez mi?