Bir an ‘Mücadelemiz Ölene Kadar Sürecek! … Ölene Kadar İzindeyiz! …Yolun yolumuzdur! ...’ sloganlarının kulağımızda yankılandığı coşkulu bir atmosferde olduğumuzu düşünerek başlayalım. Ne büyük sözler… Kalabalığa eşlik ederek büyük hedefler yolunda, büyük büyük laflar edip önüne çıkan küçücük dereye takılarak yoluna devam edemeyenler çok olmuştur, olacaktır da... Aslında vefa, bu yönüyle ağır bir yüktür. Mevlâna der ki:
“Vefa nedir, bilir misin?
Vefa; dostluğun asaletine, bir dua sonrası verilen sözlere,
Hayâllere ihanet katmamandır.
Vefa; ötelerin sonsuz mükâfatı karşısında, cehennemi hafife almaman,
Ulvi güzellikleri dünyaya satmamandır.”
Vefa, verilen sözlere bağlı kalmak, sözü yerine getirmektir. Verilen her söz birtakım sorumluluklar doğurur, hele de ‘el-Ekber’ olana verilmişse...
“Biz emaneti göklere, yere ve dağlara teklif ettik de onlar bunu yüklenmekten çekindiler, (sorumluluğundan) korktular; nihayet onu insan yüklendi.”1
Ayette geçen ‘emaneti’ insandan daha güçlü ve dayanıklı gibi görülen gökler, yer ve dağlar taşısa yeridir ancak bu yük onların taşıyamayacağı kadar ağır ve önemlidir. Bu ağırlık ve önemdeki emaneti insan yüklenmiştir. Çünkü o, bunu yüklenecek kabiliyet ve yetenekte yaratılmıştır. İnsanın bu yükü yüklenmekle cahillik ettiğini söylemek, ayeti o şekilde anlamak doğru olmayacaktır. Böyle önemli bir yükü yüklendiği halde sorumluluğunun farkında olmaması, yüklenmekle şerefli kılındığı bu kıymetli emanete karşı vefasız, ilgisiz davranması insanı cahil yapacaktır. Neyi yüklendiğinin farkında olmaması, o yükü hakkıyla taşımada başarılı olamaması sonucunu doğuracaktır. Yani insan şuursuz ve cahil olmamalı, kimliğinin, kabiliyetinin ve yüklendiği emanetin farkında olmalıdır. Taşıdığı emanetin hakkını yerine getirmeye de gayret etmelidir çünkü ‘emanetin’ hakkını yerine getirmemek büyük bir zulümdür.
Taberî bu ayetteki emanetin ‘Allah’ın kullarına gönderdiği hak din, bu dinin yüklediği vecibe ve hükümler’ olduğunu ifade eden birçok rivayet nakletmiş, Zemahşeri ve Fahreddin er-Razi gibi bazı müfessirler de buradaki emanetin ‘yükümlülük’ (teklif) anlamına geldiğini ileri sürmüşlerdir.
İşte insan, İslam’ı dava edinmesi gerekirken ve elçilerle sık sık uyarılmışken, çoğu kez şu dünyada var olma amacından uzaklaşmış, “Onlar, Allah'a verdikleri sözü, onayladıktan sonra bozan, Allah'ın korunmasını emrettiği bağları koparan ve yeryüzünde bozgunculuk yapan kimselerdir. İşte onlar ziyana uğrayanların ta kendileridir”2 ayetinde işaret edildiği gibi yüklenmiş olduğu emanete vefasızlık etmiştir. Ahdine sadık kalmayarak, üstlenmeye söz verdiği hak davadan uzaklaşanlara Allah Azze ve Celle türlü sıkıntılar ve problemler yaşatarak çok daha ağır bedeller ödetmiştir. Oysa insan ağırlığından kurtulmak için yükümlülüklerinden kaçar, ancak daha ağır bir yük yüklendiğinin farkında olmaz çoğu zaman. “Şüphesiz sana biat edenler, ancak Allah'a biat etmişlerdir. Allah'ın eli, onların ellerinin üzerindedir. Şu hâlde, kim ahdini bozarsa artık o, ancak kendi aleyhine ahdini bozmuş olur. Kim de Allah'a verdiği ahdine vefa gösterirse, artık O da ona büyük bir ecir verecektir”3 ayetinde de vurgulandığı üzere Allah’a karşı ahdini bozarak vefasızlık yapanlar ancak kendi aleyhlerine olacak bir iş yapmış, kendileri kaybetmiş olurlar. Ahdine vefa göstermenin de elbette büyük bir karşılığı olacaktır.
Vefa, duyguda, düşüncede, tasavvurda aynı şeyleri paylaşanların bulunduğu topluluklarda; dostluğun, sevginin ve kardeşliğin yaşatıldığı ortamlarda görülür, hayat bulur. Yani ortak bir dava söz konusu ise o davanın müntesipleri arasında vefanın kendini göstermesi, beklenen bir şeydir. Hele de bu dava çağlar ötesinden emanet olarak gelen ve kıyamete kadar devam edecek olan, kutsal İslam davası ise vefa adeta bir ihtiyaçtır artık. Bu yolda türlü çilelerle, engellerle karşılaşılacak ve mayasında vefa olan dostlukların sağlamlığına ihtiyaç duyulacaktır. Aksi durumlardaki birliktelikler, sabun köpüğü gibi çıkar ilişkisi bittiği anda hemencecik sönüverirler. Yani ortak bir davanız varsa kardeşliğe, kardeşliğe ihtiyacınız varsa da vefa duygusuna sahip olmanız kaçınılmazdır. Bu konuda Allah Rasulü Sallallahu Aleyhi ve Sellem: “Ahde vefa imandandır”4 ve “Emaneti yerine getirmeyenin imanı yoktur, sözünde ve vaadinde durmayanın da dini yoktur”5 gibi hadisleriyle Müslüman için ahde vefanın olmazsa olmaz konumuna işaret etmiştir.
Vefa duygusu olmaksızın fedakarlıklar, iyilikler karşılık bulamayabiliyor. Şöyle ki bir alim emek verdiği her talebeden aynı tepkiyi, vefayı göremeyebiliyor. Çünkü birçok kul, Rabbine karşı bile nankördür. Kim hayatında Allah’ın dokunuşlarını, nimetlerini hissetmemiştir ki? Hissetmiş, görmüş ama sadece bakıp geçmiştir; minnet(şükran) duygusu oluşmamıştır kalbinde. Allah Azze ve Celle: “Biz onların çoğunda, ahde vefa diye bir şey bulmadık. Ama gerçekten onların çoklarını yoldan çıkmış kimseler bulduk”6 buyurarak ayetin hemen öncesinde “yalanlamaları nedeniyle iman edenlerden olmadılar” dediği kimselerin bu tavırlarını vefasızlık olarak ifade etmiştir.
Tarih sahnesine baktığımızda vefasızların çokluğuna karşın verdikleri sözlere, davalarına, liderlerine sadık kalıp destan yazan yiğitler de olmuştur. “Şükür nimetin cinsinden olur” düşüncesini düstur edinerek, İslam ve hidayet nimetine vefa gösterip muhtaç kalmış tüm yüreklere bu nimeti ulaştırmak için türlü çilelere katlanan ashab-ı kiram, vefanın en güzel örnekliğini göstermiş, İslam sancağını Çin’den Atlas Okyanusu’na, İspanya ve İstanbul’a kadar taşımıştır. Ecdadımız da bu vefa hissiyle dünyanın dört bir yanına at koşturmuş; nice alimler, mücahidler, şehidler yüzyıllar boyu bu kutlu davaya vefanın her türlü çilesine katlanmış, emaneti bizlere kadar ulaştırmışlardır.
Efendimiz’in: “Kıyamet günü, Allah öncekileri ve sonrakileri birleştirip topladığı zaman her vefasız için, onu tanıtan bir bayrak dikilir ve: ‘Bu falan (oğlu falanın) vefasızlığıdır’ denilir”7 buyurarak işaret ettiği ‘vefasızlık bayrağına’ sahip olmaktansa; ‘türlü çileler, fedakarlıklarla, ödenen bedellerle bize kadar ulaşan bu sancağı yere düşürmeden, meşalenin sönmesine izin vermeden bizden sonrakilere aktarmak boynumuzun borcudur’ diyenlerden olmak zorundayız. Biz göremeyecek olursak da bizden sonrakiler elbette hedef çizgisine ulaşacak, vefa duygusu da nesilden nesile, gönülden gönüle çağlar boyu yaşatılmış olacaktır. Dava sancağını, vefa sancağını, kutlu emaneti taşıyanlardan olmak duasıyla…
- Ahzab, 72
- Bakara, 27
- Fetih, 10
- Hâkim
- Hanbel, İbni Hibban
- Araf, 102
- Buhari, Edeb, 99