İnsan ruh ve bedenden müteşekkildir. Dolayısıyla insanı tanımak, bütün yönleriyle kâmil bir insana dönüşmesini sağlamak için her iki yönüne de gereken önemi vermek zorundayız. İnsanın anatomik yapısını, bedensel ihtiyaçlarını, hastalıklarını ve tedavisini büyük oranda biliyoruz. Henüz keşfedilmemiş, bilinmeyen kısımlarda da deney ve gözlem ile tecrübelerle bazı mesafeler alınabiliyor. Ancak ruhunu yeterince tanımadığımız için çoğu zaman ihmal ediyoruz. Sadece tek yönlü beslenme (bedene dönük) sağlandığı için de manevi yönü, ruhsal boyutu eksik kalıyor. Aslında bozulmalar da çoğu zaman oradan başlıyor. Dolayısıyla insanın hayat içinde doğru bir istikamet kazanması ruhsal yönünün kuvvetli olmasına, kalbiyle, duygularıyla bedeninin aynı yönde hareket etmesine bağlıdır.
İnsan, doğumundan ölümüne sürekli bir devinim/hareket halindedir. Buna topraktan gelen insanın tekrar toprağa dönme serüveni diyebiliriz. Bu serüvende belirleyici olan insanın nereye doğru yürüdüğü ve hangi araçları kullandığıdır. Aslına (fıtratına) rücu edip onun gereği olarak yaratılışına uygun mu hareket ediyor yoksa fıtratı tamamıyla bozup günahlar içinde mi bocalıyor? Bu, insanın gidişatında kendisine sorması gereken bir sorudur. Ben bu hayatı yaşıyorum, peki ama nereye gidiyorum? Allah’ın razı olduğu istikamete mi başka yönlere mi? Nasıl bir akıbet ile karşılaşacağımız nasıl bir hayat yaşadığımıza yani hayatımızın akışına/gidişine bağlıdır. Öyleyse hal ve gidişatımız zannettiğimizden daha önemlidir.
Tasavvufta, güzel bir tabir olan ‘seyr-i illallah’ kavramı kullanılır. Allah Azze ve Celle’ye doğru yapılan manevi bir yolculuk. Çoğu zaman kâmil bir şeyhin rehberliğinde müridin (irade edenin) kararlı bir şekilde “Ben masivadan (Allah dışındaki her şey) soyutlanıp Allah’a doğru (manevi) bir yolculuğa çıkıyorum” demesiyle başlayan, çeşitli mertebeleri olan bir yolculuk. Aşılması gereken engelleri olan, sabır, teslimiyet, azim ve kararlılık isteyen zorlu bir yolculuk. Belki önce insanın kendi benliğine doğru (özünü tanıyabilmesi için) derinlemesine sonra da ötelere, maveraya doğru bir yolculuk…
Kur’an’da yol ve yolculuk kavramları sıkça kullanılır. Daha ilk ayetlerde “Bizi dosdoğru yola (Sırat-ı Müstakim) ilet, nimet verdiklerinin yoluna. Gazaba uğramışların ve sapmışları yoluna iletme”1 şeklinde dua etmemiz istenir. İstikamet üzere olmayı istemek ve o yolda kalabilmeye sabretmek… İşte insanın yapması gereken tam da budur. İnsan doğumundan ölümüne yani Allah’tan gelip tekrar Allah’a dönüşüne kadar sürekli bir yolda ve yolculuktadır. Bir yolcu düşünün. Gideceği istikamette birçok insan görür, birçok meşgalesi olabilir. Bazı yerlerde kısa süreliğine konaklayabilir ama onun aklının ve kalbinin bir kenarında daima bir yolcu olduğu, önünde alması gereken mesafeler olduğu, varılması gereken menzili olduğu hep vardır. İnsandan istenen de kulluk bilinciyle yapılan yolculuktur. Hz. Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem: “Benim dünya ile ilgim ne kadar ki? Ben bu dünyada bir ağacın altında gölgelenen, sonra da oradan kalkıp giden binitli bir yolcu gibiyim”2 buyurmuştur.
Aslında insanın yolculuğu dünyada değil ruhlar aleminde başlamaktadır. Dünyaya imtihan için gönderilmiştir ve yolculuğun bitiş noktası iki duraktan birisi (cennet veya cehennem) oluncaya kadar devam etmektedir. Ruhlar alemi, dünya alemi, kabir (berzah) alemi, mahşer alemi gibi insanı bekleyen birçok aşama vardır. Sanıldığı gibi son durak kara toprak değildir ve o sadece menzillerden biridir. Ancak şu yönüyle kullanımı belki doğru olabilir: İnsanın imtihanının bitiş alameti olması bakımından son duraktır. Bir de insanın dünyaya dair hırslarının, arzularının bittiği nokta olması bakımından bu söz kullanılmaktadır. Aslında toprağa konsa da konmasa da onun için dünya imtihanı bitmiş, başka âleme (âlem-i berzaha) geçiş başlamıştır. Peygamber Efendimiz bu hadisinde dünyanın imtihan yeri olduğu için kısa bir süre olduğunu, asıl menzilin burası olmadığını vurgulamaktadır. Yani ‘hayat sadece bu dünyadan ibaret değil, ölüm de bir son değil bir başlangıçtır, sizler yolcusunuz uyanık olun’ demektedir.
Şimdi bu bilgiler ışığında içinde bulunduğumuz toplumun gidişatını sorgulayalım. Allah’a, O’nun emir ve yasaklarına, O’nun dünya ve ahiret saadeti kazandıracak prensiplerine sarılan ne kadar da az değil mi? Yönelişi dünya olan, istikameti bozulduğu için günahlar içinde yüzen de ne kadar çok. Bu kadar çok günaha dalmış bir toplumda insan zaman zaman Üstad Necip Fazıl’ın dediği gibi: “Durun kalabalıklar, bu cadde çıkmaz sokak!” diye haykırmak istiyor. Gerçekten dünyayı elde etmek için gece gündüz koşuşturan, gidişatından bihaber yığınlarla insan gelip geçiyor bu hayattan. Belki maddeyi elde ediyor ama manayı ihmalin sonucunda bunalımlardan kurtulamıyor, bataklığa saplanmış gibi çırpındıkça batıyor. Modern insan, kendisine süslü gösterilen yaldızlı hayatların ve hayallerin peşinden koşuyor, koşuyor, koşuyor… Ne hayalleri bitiyor ne nefsinin istekleri. Elde ettikleriyle gözü doymuyor. Tıpkı Tolstoy’un ‘İnsan Ne ile Yaşar?’ kitabındaki çiftçi Pahom gibi. O da daha çok toprak elde etmek için ciğerini patlatırcasına koşmuş ve sonunda amacına ulaşamadan ölmüştü.
İdeolojilerin kurucuları, fikir babaları ideolojilerini kurarken amaçları neydi bilemiyorum ama o ideolojilere sarılanların büyük bir kısmı onlarda bir kurtuluş umudu aradılar ve öylece tabi oldular. Bakıldığında ideolojilerin birçoğunun diğerine reddiye/reaksiyon için ortaya çıktığı görülür. İnsanlık bir ideolojiden diğerine geçerken denize düşen yılana sarılır hesabı hep kaybetti. Hâlbuki kurtuluş yanı başındaydı. Allah’ın, peygamberleri aracılığıyla gönderdiği vahye teslim olsa kurtulacaktı fakat bunu yapmadı. İnsan, hayatını/gidişatını sorgulaması ve gerçek kurtuluş yolları araması gerekirken, günahlar içinde yüzmekte, karanlık dehlizlerde kaybolmaktadır. Allah Azze ve Celle, Tekvir Suresi’nde birçok kıyamet sahnesini ve ondan sonraki süreçte gerçekleşecek hakikatleri zikrettikten sonra gerçeklerden yüz çevirenlere: “(Hal böyle iken) Nereye gidiyorsunuz?”3 diye soruyor. Aslında hepimizi sarsması gereken, kendimize ve birbirimize sormamız gereken bir soru: “Nereye bu gidiş?” Hal ve gidişatımız Rabbimizin istediği istikamete mi yoksa nefsimizin ve şeytanın bize ilka ettiği arzularımızın yönüne mi iyi düşünmeliyiz.
İnsan evvela yaratılış gayesini anlamalı sonra gidişatının bu gayeye uygun olup olmadığını sorgulamalıdır. Hayatımızın amacı sadece dünyalık bazı nimetler elde etmek, daha iyi hayat şartlarına ulaşmak, nefsimizin istediği gibi gezip tozup eğlenmek olmamalıdır. İnsanı diğer canlılardan ayıran yönlerimizin farkına varmalı, o yönlerimizi geliştirmeli, insan onuruna yaraşır bir şekilde yaşamalıyız. Ali Şeriati’nin, ‘İnsanın Dört Zindanı’4 adlı kitabında belirttiği gibi, insanın en güçlü zindanı (4. zindan) insanın kendi benliğidir. İnsanın bu zindandan kurtuluşu bilim ile mümkün değildir. Ancak kurtuluşu öyle bir aşk iledir ki insan bu aşamada kendini feda edecek noktaya ulaşır. Aslında Şeriati’nin bıraktığı yerden ele alacak olursak insan, kendisini ve toplumunu içinde bulunduğu durumdan kurtarmak için kendini feda edebilecek bir olgunluğa nasıl ulaşır? İşte bu sorunun cevabı, Allah’a hakiki anlamda yönelebilmesinde saklıdır. Zaten Allah Azze ve Celle, kitabında kendisine doğru yönelmemizi (firar etmemizi) istemekte, kurtuluşun adresini göstermektedir. Şeriati’nin bahsettiği tüm o zindanlardan ve diğerlerinden kurtulmak, Allah’a doğru firar etmekle gerçekleşebilir. Hakiki manada özgürlüğümüzü kısıtlayan ne varsa hepsinden ancak Allah’a doğru firar edersek kurtulabiliriz. Ayette “Allah’a koşun”5 denilirken ‘firar’ kelimesinin kullanılması oldukça ilginçtir. Firar genellikle tutsak insanın kaçışı için kullanılır. Esaretten ve prangalardan kurtulmayı çağrıştırır. Sanki deniliyor ki: “Ey insan! Allah’tan uzak yaşadığın her türlü hayat aslında bir esaret hayatıdır. Özgürlüğüne kavuşmak istiyorsan Allah’a yönel ve her türlü esaretten kurtul!”
İnsanın vahye yanaşması, ondan öğüt alması gerekirken ondan kaçışını, firarını anlatan başka bir ayet var: “Böyle iken onlara ne oluyor ki âdeta aslandan ürküp kaçan yaban eşekleri gibi öğütten yüz çevirip kaçıyorlar?”6 Buradaki firar da ilginçtir. Aslandan ürküp kaçan yaban eşekleri ancak bir süreliğine kurtulabilir. Bu kaçışın sonunda er ya da geç yakalanacaktır. İnsan da ecelinden bir yere kaçamaz, kıpırdayamaz. Madem ki öleceğiz ve dönüşümüz Rabbimize olacak, o halde O’nu razı etmeye çalışmamız gerekmez mi? Öyleyse gidişatımızı sorgulayalım, sığınılacak tek kurtuluş merci olan Rabbimize yönelelim. O’nun bize çizmiş olduğu rotadan (istikametten) sapmayalım. Yolun sonuna kadar bu halimizi muhafaza edelim.
Haramların yaygınlaştığı, İslam’ı yaşamanın zorlaştığı ahir zaman iklimini yaşıyoruz. İçinde bulunduğumuz şartların zorluğundan şikâyet etmeye hakkımız yoktur. İlk olarak ‘her zorlukla beraber bir kolaylık vardır’ bilincinde olmalıyız. İkinci olarak da zorlu şartlarda yapılan ibadetlere, taatlere ve mücadelelere mukabil verilecek sevabın da çok olduğunu bilmeliyiz. Şu hadisi aklımızdan çıkarmayalım: “Öyle günler gelecek ki, o günlerde dinin emirlerine uyma hususunda gösterilecek sabır, ateş parçasını elde tutmak gibi zor olacaktır. O günlerde Müslüman olarak yaşamaya çalışanlara bugünkü sizin elli kişinin amelini işleyen kimsenin sevabı kadar sevap yazılacaktır.” Efendimize sordular: “Ey Allah’ın Rasulü! Bizden elli kişi mi, yoksa onlardan elli kişinin sevabı mı?” Peygamberimiz cevabında: “Hayır, sizden elli kişinin sevabı” buyurdu.7
Son olarak bizi dosdoğru istikamete davet eden bir ayetle bitirelim: “İşte bu, benim dosdoğru yolum. Artık ona uyun. Başka yollara uymayın. Yoksa o yollar sizi parça parça edip O’nun yolundan ayırır.”8
- Fatiha, 6-7
- Tirmizi, Zühd, 44
- Tekvir, 26
- Ali Şeriati, İnsanın Dört Zindanı, İşaret Yayınları, s. 58
- Zariyat, 50
- Müddessir, 49-51
- Ebu Davud, K. Melahim, 36.Bab/17
- En’am, 153