Nüzul Sebebi
“Fakir ve âmâ bir adam olan İbn-i Ümmü Mektum Hz. Peygambere geliyor. Bu arada Peygamber Kureyş’in ileri gelenlerinden bir toplulukla meşguldür. Onları İslam’a çağırmaktadır. Onların Müslüman olması ile İslam’ın Mekke’de karşılaştığı zorluk ve sıkıntının hafifleyeceğini, bunların İslam’a yararlı olacaklarını ummaktadır. Çünkü Rebia’nın iki oğlu olan Utbe ve Şeybe başka bir adı Ebu Cehil olan Amr ibni Hişam, Umeyye ibni Halef ve Velid ibni Muğire’den oluşan bu büyükler, Peygamberin yolunda duruyorlar. İnsanları O’ndan uzaklaştırıyor ve O’na birtakım çetin tuzaklar kurarak açıkça O’nu Mekke’de dondurmak istiyorlardı. Bu toplulukla beraber Abdülmuttalib’in oğlu Abbas da Peygamberi dinlemeye gelmişti. Kabileye, her şeyin üstünde bir değer ve saygınlık kazandıran ve kabileye dayalı cahili bir ortamda, bir insana kendisine en yakın çevresi ve en çok bağlı olanlar saygı göstermez, çağrısını kabul etmezse diğer insanların bu davayı kabul etmeleri daha da zorlaşacaktı.
Hz. Peygamber işte bu kadar önemli olan bu toplulukla uğraşırken fakir ve âmâ adam yanına geliyor. Burada Peygamberimiz kendisi ve çıkarı için değil, İslam ve İslam’ın çıkarı için uğraşıyor. Eğer bu topluluk Müslüman olursa Mekke’deki davanın önündeki, yolundaki zorlu engeller, sivri dikenler temizlenmiş olacak ve bundan sonra İslam, Mekke çevresine yayılacaktı.
İşte bu kişi geliyor ve Hz. Peygambere diyor ki; “Ey Allah’ın elçisi, Allah’ın sana öğrettiklerinden bana da oku, bana da öğret.” Rasulullah’ın içinde bulunduğu şartları ve kiminle uğraştığını bile bile bu sözlerini tekrar ediyor. Hz. Peygamber ikide bir sözünün ve çabasının kesilmesinden rahatsız oluyor ve adamın görmediği yüzünde hoşnutsuzluk ifadeleri beliriyor. Yüzünü ekşitiyor ve onunla ilgilenmiyor. Kendisini bu büyük işten alıkoyan fakir ve kimsesiz adama aldırmıyor. Çünkü uğraştığı şeyin ardında davası ve dini için büyük umutlar besliyor. Aslında O, bunlarla uğraşırken dininin zafere ulaşmasını arzu etmektedir. Çağrısına karşı samimiyetini, İslam’ın çıkarına bağlılığını ve onun yayılması için aşırı isteğini ortaya koyuyor.
İşte tam bu sırada Allah Azze ve Celle meseleye el koyuyor. Meseleye el koyuyor ki bu konudaki kesin hükmünü belirlesin. Yolun tüm işaretlerini ortaya koysun. Değerlerin kendisi ile ölçüldüğü kriterleri belirlesin. Şartları ve değerlerin tümünü bir kenara itsin. İsterse bu şartlar ve değerlendirmeler, insanların ölçüleri ile belirlenen ve davanın çıkarını gözeten ölçüler olsun. İsterse bu ölçüleri; insanlığın Efendisi Hz. Muhammed belirlemiş olsun.
Bu arada yücelerin yücesi Allah; onurlandırılmış eşsiz bir ahlâk sahibi olan Peygamberine sert bir üslup kullanıyor. Bu bütün bir Kur’an içinde, Peygamberimize karşı “kella-hayır!” kelimesinin kullanıldığı tek yerdir. “Kella” kavramı hitapta azarlama ve sitem anlamına gelir. Çünkü bu bütün bir dinin kendisine dayandığı çok önemli bir meseledir.
“Yanına âmâ geldi diye surat astı ve döndü.”
Sanki burada muhataptan başka üçüncü bir şahıstan söz edilmektedir. Bu üslupta şöyle bir incelik sezilmektedir. Burada söz konusu olan konu yani Allah’ın hoşnutsuzluğu direk olarak yüce Allah, Peygamberine yöneltmek istememektedir, O’na şefkatinden ve merhametinden dolayı. Böyle hoş olmayan bir ifadeyi O’na yöneltmeyi ikramından dolayı uygun bulmamaktadır.
Ardından azarlamanın kendisinden kaynaklandığı işe işaret edildikten sonra ifade yön değiştiriyor. Hitap şeklinde bir azara dönüşüyor. Bir ölçüde yumuşak bir ifade ile başlıyor.
“Ne bileceksin belki o arınacak. Yahut öğüt alacak da bu öğüt kendisine fayda verecek?”
Nereden bileceksin o büyük iyiliğin gerçekleşeceğini? Senin elindeki iyiliğe istekli olarak gelen bu fakir ve âmâ adamın arınmak istediğini. Kalbinin uyanarak öğüt alacağını ve bu öğüdün kendisine yarayacağını. Bu kalbin Allah’ın nuru ile aydınlanacağını, göğün aydınlığını karşılayacak yeryüzündeki bir aydınlık kulesine dönüşeceğini. Sen nerden bileceksin? Bu hidayete açılan her kalbin içinde iman gerçeği yerleştiğinde meydana gelen bir olgudur ve Allah’ın terazisinde ağır basan, büyük önemi olan da budur.
Sonra ifadenin sertliği artıyor. Üslup ağırlaşıyor. Azarlamaya yol açan işin, gerçekten hayret verici bir iş olduğu dile getiriliyor.
“Kendisini yeterli görüp tenezzül etmeyene gelince sen ona yöneliyorsun. Onun arınmamasından sana ne? Fakat koşarak sana gelene, Allah’tan korkarak gelmişken sen onunla ilgilenmiyorsun.”
Sana ve dinine karşı üstünlük taslayan, getirdiğin hidayete, iyiliğe, aydınlığa ve temizliğe ilgi duymayan adama gelince, sen ona ilgi gösterip kendisine önem veriyorsun. Hidayete gelmesi için uğraşıyorsun. Senden yüz çevirdiği halde sen ona mesajını takdim ediyorsun! Onun arınmamasından sana ne? Eğer o pisliğin ve kirin içinde kalmak istiyorsa, bu seni ne ilgilendirir? Sen onun günahından hesaba çekilmeyeceksin, onunla üstün gelmeyeceksin, onun desteğiyle ayakta değilsin. “Fakat koşarak sana gelene” seni seçerek ve sana itaat ederek “Allah’tan sakınarak” ve günahlardan sakınarak gelene; “Sen onunla ilgilenmiyorsun!” iyiliği ve takvayı dileyerek gelen ,inanmış adamla ilgilenmemek boş işle uğraşmak diye adlandırılıyor. Bu ise ağır bir nitelemedir.
Ardından azarın ibresi biraz daha yükseliyor. Kesin ret ve sert tepki sınırına ulaşıyor.
“Asla olamaz!”
Bu ifade bu ortamda gerçekten dikkatle üzerinde durulması gereken bir hitap şeklidir.
Sonra bu davanın gerçekliği, yüceliği, büyüklüğü ve üstünlüğü açıklanıyor. Hiç kimseye, hiçbir desteğe ihtiyacı olmadığı belirtiliyor. Bu dava bizzat kendisine yönelenlere sadece kendisini isteyenlere yönelmelidir. Bu istekli insanın dünya ölçülerindeki değeri ve konumu ne olursa olsun.
“Kur’an ayetleri birer hatırlatmadır, öğüttür. Dileyen O’nu düşünüp öğüt alır. O, sahifeler içindedir. Değerli ve şanlı, yükseltilen ve temiz tutulan sahifelerde. Bunlar da taşıyıcıların ellerindedir. Allah katında değeri olan çok iyi yazıcı ve taşıyıcıların.”
O her yönü ile değerli, şereflidir. Sahifelerinde şereflidir, bu tertemiz sahifeleri melekler yüceler âleminden alıp yeryüzündeki seçilmiş insanlara ulaştırmak için taşıyıp getirmektedir. Onu getiren melekler de onurlu ve arınmıştırlar. Dolayısıyla o her yönüyle, kendisi ile ilgili her açıdan şanlı, tertemizdir. Kendisine ihtiyaç duymadıklarını açıkça söyleyen, ondan yüz çeviren kimselere takdim edilmez. O sadece değerini bilenler ve onunla arınmak isteyenler içindir.
İşte ölçü budur! Allah’ın ölçüsü, değerlerin ve ölçülerin kendisi ile ölçüldüğü insanların ve konumların kendisi ile takdir edildiği kriter budur. İşte söz budur, Allah’ın sözü. Her sözün, her hükmün ve her ölçünün gelip kendisine dayandığı söz.
Peki, bu ilke nerede ve ne zaman belirleniyor? Mekke’de. İslam’ın mesajının itildiği ve Müslümanların azınlıkta olduğu Mekke’de. Sonra bu büyüklerle ilgilenme kişisel bir çıkardan kaynaklanmıyor. Fakir bir âmâ ile ilgilenmekte kişisel bir değerlendirmeden gelmiyor. Her şeyin başı da sonu da davadır burada. Eni sonu davadır bunun. Fakat davanın kendisi de, bu ölçünün kendisidir. Dava bu ölçüyü ve bu değerleri insanlığın hayatına yerleştirmek için gelmiştir. Bu nedenle bu ölçünün ve bu değerlerin belirlediklerinin dışında hiçbir şeyle onurlandırılamaz, güçlendirilemez, zafere götürülemez.
Burada belirlenen ilke; insanların değerlerini ve ölçülerini insandan değil, Allah’tan almalarıdır. Yeryüzünün kriterlerinden değil, Allah’ın kriterlerinden almalarıdır. “Sizin Allah katında en değerliniz takvası en ileri olanınızdır.” Allah katında en değerli olan elbetteki korunmaya, önem verilmeye ve ilgi duyulmaya en çok uygun olan kimsedir. İsterse bu insan, insanların yeryüzündeki hayatlarının baskısı altında oluşan ve dünyadaki konumlarına göre farklılık gösteren insanların alışageldikleri soy, güç ve mal gibi değerlerden, ölçülerden ve daha akla gelen başka değerlerden tamamen soyutlanmış olsun. Zira bu değerler imandan ve takvadan soyutlandığı zaman hiçbir anlam ifade etmezler. Bunlar iman ve takva uğrunda harcandıkları takdirde ancak bir değer ve anlam ifade edebilirler.”
Abese 1-10