Hiç şüphesiz Rabbimizin nimetlerini saymakla bitiremeyiz. En başta bize bahşettiği hidayet nimetinin yerini hiçbir dünya nimeti dolduramaz. Kâinatta gözümüzün gördüğü varlıklar (ki her biri netice itibariyle hayatımızı kolaylaştıran veya imana ulaşmamızı sağlayan nimetlerdir) o kadar çok ki sonsuz sayıda diye tanımlarız. Bu sonsuz sayıda varlığın her birisinin bir hikmete binaen yaratılması, kâinattaki muhteşem denge ve mahlûkatın çeşitliliği Rabbimizin ilim ve hikmet sıfatlarının tecellisidir. Bununla insanın sonsuz bir imana ulaşması ve neticede sonsuz cenneti kazanması amaçlanmaktadır. Tüm bunlar tefekkürle birlikte imana ulaştıran sebepler olsa da insanoğlu bu nimetlerin bir kısmını görüyor, farkına varıyor, büyük bir kısmının ise farkında olmuyor, şükrünü eda edemiyor ve bazen verilenin nimet olduğunu bile düşünmüyor. Hâlbuki nimete şükür gerekir ve şükür de nimetin artmasına vesiledir. Bu nimetlerden birisi olan, belki çoğu zaman nimetten ziyade eziyet gibi görülen “ağrı duyusu” üzerinde duracağız.
Duyular, vücudumuzun içinden ve dışından bilgilerin alınması ve bu bilgilerin beyinde değerlendirilerek uygun cevabın verilmesi için programlanmış yapılardır. Beş duyu dediğimizde; dokunma, görme, işitme, tatma ve koku duyuları akla gelir. Bu duyuların ortak özelliğine baktığımızda hemen hepsinde adaptasyon mekanizması olduğunu görürüz. Burnumuzun çok kötü kokuya bir süre sonra alışması, karanlık bir odaya ilk girildiğinde her şeyin görünmez olup, kısa bir süre sonra eşyaların kabaca görülebilir hale gelmesi gibi. Bu saydığımız adaptasyon mekanizması ağrı duyusunda yoktur. Herhangi bir nedenden dolayı rahatsızlandığınızda, eliniz yandığında, bir yeriniz kesildiğinde hissettiğiniz acı ve ağrı hissi rahatsız edici olsa da aslında çok büyük bir rahmettir. Bazı insanlar yaralandıkları anda ve sonrasında bir süre acı hissetmezler. Böylece insan, yaralı olduğu halde kendisini koruyacak veya tehlikeden kaçabilecek güç bulur. Acı hissinin iletilmesi de sinir hücreleri aracılığıyla olur. Söz konusu hücreler, acı, sızı, ağrı ve üzüntüyü yok eden, vücudu rahatlatan “endorfin” maddesi içerirler. Endorfin, adeta beynimizin ürettiği bir ağrı kesicidir. Endorfin, ağrının ilk hissedildiği anda salgılanır ama ilk kriz atlatıldığında etkisi geçer. Bu sayede ciddi olarak yaralanan insanlar bile belli bir süre için şiddetli bir ağrı hissetmezler.
En mükemmel bir sistem olan insan vücudunda meydana gelen rahatsızlıkların hepsi olmasa bile çoğu ağrıya sebep olur. İnsan bu sayede vücudunda bir arıza baş gösterdiğini anlar ve tedavi çarelerini arar. Yüzeysel ağrı, derin ağrı (kemik, kas, kiriş, eklemlerin ağrısı), iç organların ağrısı (visceral ağrı) olmak üzere bilinen üç çeşit ağrı tipi vardır. Yine ağrıyı başlama zamanına göre de ikiye ayırabiliriz; ani başlayan (akut ağrı) ve yavaş (künt) başlayan ağrı. Ağrının farklı özelliklerde olması ve değişkenlik göstermesi de ayrıca insan için rahmettir. Çünkü bu sayede ağrının nereden kaynaklandığı ve hangi hastalığın habercisi olduğu daha iyi anlaşılabilir.
Örneğin; akut ağrı için; keskin ağrı, batıcı ağrı ve hızlı ağrı tabirleri de kullanılır. Bu tip ağrı, deriye bir iğne battığı veya deri bir bıçakla kesildiği zaman duyulan türde bir ağrıdır. Vücudun derin dokularının çoğunda keskin ağrı duyulmaz. Yavaş künt ağrı ise; yanıcı ağrı ve sızı gibi isimler de alır. Yavaş ağrı çok acı veren bir seviyeye çıkarak, dayanılmaz hale gelebilir. Bu tip ağrı hem deride, hem de birçok iç organ ve dokuda ortaya çıkabilir. Sancı ise mide, bağırsak ve idrar yolları gibi içinde boşluk bulunan organların duvarlarının gerilmesiyle ortaya çıkar. Genellikle hafiften başlayarak yavaş-yavaş şiddetlenir. İshalde duyulan karın ağrısı, böbrek taşı ağrısı ve doğum sancısı sık rastlanan örnekleridir. Bu şekilde herhangi bir ağrıyla acile veya polikliniğe gelen hastanın ağrısına yönelik bir takım sorularla (ne zaman ve nasıl başladı, ne kadar sürdü gibi) doktor, hastanın ağrısının önem arz edip-etmediğini ve hangi organdan kaynaklandığını anlar ve ona göre tedavi belirler.
Ağrı Duyusunu Hissetmemek Neden Tehlikelidir?
Eğer bu his olmasaydı;
• Bir kişi derisi kesildiğinde acıyı hissetmediği için çok büyük ölçüde kan kaybedebilir ve hayati bir tehlikeyle karşı karşıya kalabilirdi.
• Aynı şekilde herhangi bir yeri yandığında acı hissi oluşmasaydı, cildindeki yanığa rağmen günlük işlerine rahatça devam edebileceği için bir tedavi uygulama gereği duymayacaktı. Bu da bizi mikroplardan koruyan üst derinin enfeksiyonlara daha açık hale gelmesine neden olacak ve böylece önemli rahatsızlıklara yol açacaktı. Diyabet (şeker) hastalarında genellikle ayaklarda his kaybı olduğu için bu hastalar ayaklarında oluşan yaraları çok geç fark etmekte, oluşan yaralar zamanla kemiğe ulaşmakta ve sonuçta bu hastaların bazen parmağı veya ayağı kesilmektedir.
• İnsan, ağrı duyusunun olmaması durumunda istem dışı olarak kendisine zarar verebilir veya zarar veren bir şeyin şiddetini fark etmeyerek yaralanabilirdi. Örneğin; bir kaza sonucu ayak kemiği çatladığında bunu fark etmeyebilir ve çatlayan kemiğinin üzerinde hareket ederek kemiğin daha fazla zedelenmesine dolayısıyla da kalıcı sakatlıklara neden olabilirdi.
• Ağrı bizi önceden uyarmasaydı birçok hastalık ilerleyebilir, basit başlayıp karmaşık hale gelerek ciddi sonuçlar doğurabilirdi. Bu nedenle ağrı çok sayıda hastalığın alarmı niteliğindedir. Bebeklik döneminde bile çocuklar bir yerlerinin ağrımasını ağlayarak etrafına bildirir, böylece ciddi bir durumun olup-olmadığı bu sayede anlaşılabilir.
• Örneğin; karnımız ağrımasaydı apandisitimizde bir rahatsızlık oluştuğunu veya kalbimizde bir ağrı ya da sıkışma hissetmeseydik kalp krizi geçireceğimizi anlamayabilirdik.
• Düştüğümüzde, ağır kaldırdığımızda ağrı hissi oluşmasaydı kaslarımızı, eklemlerimizi zorlamaya devam eder, dinlenmeyi ihmal edebilir ve hasar derecesini arttırabilirdik.
Bunlar ağrı duyusunun maddî yönden faydalarıdır. İşin bir de manevî yönü vardır. Ağrı duyusu insanın aciz oluşunu anlamasında da faydalıdır. İnsanın küçücük, gözle görünmeyen bir mikropla hastalanıp yatağa düşmesi ve ağrılar içinde kıvranması, eğer anlarsa insan için rahmettir. Böylelikle insan aciz oluşunu anlar, nimetler içerisinde iken bile Rabbine karşı nankör olmaz. Üstad Bediüzzaman Rahimehullah hastalığın acısının insan için rahmet olduğunu şöyle açıklıyor:
“Ey dünya zevkini düşünüp hastalıktan ızdırap çeken kardeşim! Bu dünya eğer daimî olsaydı, yolumuzda ölüm olmasaydı, ayrılık ile yokluğun rüzgârları esmeseydi ve musibetli, fırtınalı gelecekte mânevî kış mevsimleri olmasaydı, ben de seninle beraber senin haline acıyacaktım. Fakat madem dünya bir gün bize “Haydi, dışarı” diyecek, feryadımızdan kulağını kapayacak. O bizi dışarı kovmadan, biz bu hastalıkların ikazıyla şimdiden onun aşkından vazgeçmeliyiz. O bizi terk etmeden, kalben onu terke çalışmalıyız. Evet, hastalık bu manayı bize ihtar edip der ki: “Senin vücudun taştan, demirden değildir. Belki daima ayrılmaya müsait muhtelif maddelerden terkip edilmiştir. Gururu bırak, aczini anla. Mâlikini tanı, vazifeni bil, dünyaya niçin geldiğini öğren. Kalbin kulağına gizli ihtar ediyor.”1
Tüm bunlar bize gösteriyor ki ağrı hissi, vücudumuzun diğer duyuları ve sistemleri gibi Rabbimizin bize bahşettiği sayısız nimetlerden birisidir. İnsanın böylesine mükemmel bir donanımda yaratılması, yaşamını kolaylaştırıcı unsurların kâinatta ve kendi vücudunda var edilmesi, insanın önemli bir vazifesinin olduğunun ve Rabbi katında önemsendiğinin göstergesidir. Sonuç itibariyle acı hissi, bir yandan bedenimizi koruyan maddî bir mekanizma öte yandan İslam toplumunu birbirinin derdiyle dertlendiren ve kaynaştıran, böylece toplumu ayakta tutan manevî bir mekanizmadır. Bu duygunun kıymetini bilelim, böyle bir nimet verdiği için Rabbimize şükrünü davası için mücadele ederek eda etmeye çalışalım inşallah. Allah’a Emanet Olun.
1- Bediüzzaman Said Nursi, Hastalar Risalesi, 25. Lem’a, 6. deva