Kapak

Allah-U Ekber! Haribet (Harab Oldu) Hayber!

Paylaş:

Ümmet anlayışımızı ve vahdeti kaybedişimizden bu yana yaklaşık bir asır geçti. Aslında 1800’lü yılların ortalarında ‘vehn’ (zafiyet: dünya sevgisi, ölüm korkusu) mikrobunu bünyesine alan İslam ümmetinin o tarihten bu yana her geçen gün hastalığı artmıştı ve sonunda kronikleşen hastalık koca ümmeti yatağa düşürmüştü. Ateşi yükselip sayıklayan ve ne yaptığını bilemeyen hasta misali (kendi köklerine sarılma veya Batı kültüründen medet umma arasında) dalgalanmalar yaşayan ümmet, rayından çıkan katar gibi oradan oraya savrulup durdu. O günden bu yana kaybettiği tarih sahnesindeki yerini bir daha da alamadı. Son bir asırda ise, her bir coğrafyasında, mesuliyetini yerine getirmemenin kefaretlerini ödedi ve halen ödemeye devam ediyor. Müslümanların hâkimiyetindeki bir dünyada haksızlık ve adaletsizlik olmazken, şimdi her bölgede zulüm adeta kol geziyor. Gün geçmiyor ki Müslümanların bulunduğu coğrafyalardan zulüm ve ölüm haberlerini işitmeyelim. Buruk Ramazanlar ve bayramlar yaşamaya adeta mahkûm edildik.

                Ümmetin zayıflaması ve ulus devletlerine bölünmesini fırsat bilen Batılı güçler, menfaatleri gereğince istedikleri gibi İslam beldelerinde at koşturup, zulümlerini sergiler oldular. Bunların en zalimi ve Müslümanlara karşı en acımasız düşman olan1 Yahudiler, Sultan II. Abdulhamid’den satın alamadıkları ama sonrasında hileyle ve İngiliz’lerin yardımıyla yerleştikleri Filistin’de Müslümanlara yönelik her türlü zulmü yapar oldu. Önceleri küçük koloniler halinde yerleşim bölgeleri edinen Yahudiler, 1948’de resmî devletlerini ilan ettikten sonra tüm bölgeyi yavaş yavaş istila etti ve Müslümanları Gazze ve Batı Şeria’da küçük bölgelere hapsetti. Sonrasında çeşitli bahanelerle savaşlar çıkarttı ve rutin hâle getirdiği katliamlarla binlerce Filistinli Müslüman’ı ümmetin ve dünyanın gözü önünde katletti. Bu satırları yazarken İsrail terör devletinin yeni bir katliamına şahit oluyoruz. Şehid ettiği Filistinli sayısı (çoğu çocuk ve kadın olmak üzere) 1500’ü geçti. 6000 küsur yaralı var ve bölgede özellikle okul, hastane gibi sivil yerleşim alanları yerle yeksan edilmiş durumda. Tüm dünya Müslümanlarıyla alay edilircesine, Ramazan ayında, Kadir Gecesinde ve hatta bayramda durmaksızın devam eden bir katliam yaşanıyor ümmetin gözü önünde. Cılız bir takım tepkiler ve boykotlar dışında ciddi manada katkı sağlanacak girişimlerin yapılamadığı, ümmetin çoğunlukla sessiz kaldığı ve dünyanın kör ve sağır davrandığı bir zaman dilimini yaşıyoruz. Adeta TV ekranlarında film izler gibiyiz: Yahudi vuruyor, kardeşlerimiz ölüyor ve biz seyrediyoruz. Daha da kötüsü her geçen gün aynı sahneleri izlemekten zaman içerisinde var olan duyarlılığımızı da kaybediyoruz. Çünkü Müslümanlar olarak gerçek gündemler oluşturamadığımızdan, bize sunulan suni gündemler içerisinde benliğimizi yitiriyoruz.

                Neden bir avuç (6-7 milyon) Yahudi, 1,5 milyarlık İslam Âlemine kafa tutabiliyor ve Müslümanlardan korkmuyor? Sayıca az olduğu hâlde tüm dünyaya yön verecek, fitne ve fesadı her tarafa yayacak lobi faaliyetlerinde bulunmalarını, dünyanın başına bela olmalarını nasıl izah edeceğiz? Aslında tüm bu soruların cevabı kurtuluş reçetemiz olan Kur’an’da zaten mevcuttur. Kur’an’a sarıldığımız, kendimizi vahye teslim ettiğimiz zaman, görüyoruz ki kitabımız, geçmiş kavimler içerisinde en fazla İsrailoğulları konusunda bizi uyarmaktadır. Yine bizlere en güzel örnek olan Resulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem’in sireti de bizim için en önemli yol göstericidir. Biz bu vesileyle inşaallah Hz. Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem’in Medine’de bu baş belası Yahudilerle nasıl baş ettiği ve onların fitne fesat tehlikelerini nasıl bertaraf ettiğini Hayber’in fethi üzerinden incelediğimizde kendimize bir yol haritası belirlemiş olacağız.   

                Hz. Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem Medine’ye hicret ettiğinde, orada çok sayıda Yahudi vardı ve toplam nüfusun neredeyse yarısını teşkil etmekteydiler. Hz. Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem’in ilk resmî işi onlarla bir antlaşma imzalamak oldu. Medine Vesikası adı verilen bu antlaşmaya göre inançlarına saygı gösterilecek ve kendileri haksızlıktan korunacaktı. Buna karşılık Yahudiler de herhangi bir dış saldırı durumunda Müslümanlarla birlikte Medine’yi savunacaklardı. Fakat bölgede en güçlü olan üç Yahudi kabilesi Ben-i Kaynuka, Ben-i Nadir ve Ben-i Kurayza Yahudileri Müslümanlarla yaptıkları anlaşmalara sadık kalmadılar ve ihanet ettiler. Bundan dolayı Hz. Peygamber onları sürmek ve mallarına el koymak zorunda kalmıştır. Bunlardan Ben-i Kaynuka ve Ben-i Nadir kabileleri ihanetlerinin bedeli olarak sürgün edilmiş, Ben-i Kureyza Yahudileri ise haklarında verilen hüküm gereği erkekleri idam edilmiş kadınları ve çocukları esir alınmıştır. Siyer kaynakları incelendiğinde görülen odur ki Yahudiler, her seferinde anlaşmayı bozan ve ihanet eden taraf olmuşlardır. Bu zamanda da aslında tarihin tekerrür ettiğini ve Yahudi karakterinin asla değişmediğini görmüş oluyoruz. Filistinli Müslümanlarla yaptıkları anlaşmaları her zaman ilk bozan kendileri olmuştur ve bu durum Yahudi’ye asla güvenilmemesi gerektiğinin bir göstergesidir.

                Yahudilere karşı kazanılan zaferlerin en anlamlısı ve belki de en önemlisi Hayber’in fethidir. Hudeybiye Barış antlaşmasının ardından dönüş yolunda inen ayetlerde (Fetih suresi) yakın fetih olarak vaadedilenin Hayber olduğu kısa süre sonra anlaşılmış oldu. Gizli planlar yapıp etraftaki bazı kabilelerle anlaşarak Müslümanlara karşı bir tehdit olan, Mekke müşriklerini, Gatafan kabilesini, Ehabiş’i, Hayber hurmalıklarının bir yıllık ürünü karşılığında Müslümanlara karşı kışkırtan Hayber üzerine gidilmesi, artık bir zorunluluk olmuştu. Hudeybiye’yi takiben Hayber’e karşı harekâta hazırlanılması talimatı verilince, daha önce umre yolculuğunu tehlikeli bulup türlü bahanelerle katılmayanlar, söz konusu Hayber olunca alınacak ganimeti düşünüp iştahlanmışlardı. Ancak, Hudeybiye dönüşü vahyolunan Fetih suresindeki ayetlerde2 yalnız umre yolculuğuna katılan Müslümanların bu savaşa gidebileceği, diğerleri katılsalar bile kendilerine savaş sonucunda elde edilecek ganimetten pay verilmeyeceği bildirildi. Bu durum korkakların ve münafıkların kendileri için duyabilecekleri en kötü haberdi. Müslümanların Hayber’e yönelik harekât hazırlığında olduğunu duyan Kureyşliler bunun imkânsız olduğunu söyleyerek bir yandan şaşırmışlar diğer yandan da eğer yanılıp ta Hayber’e saldırırlarsa bu, Müslümanların sonu olur diye içten içe sevinmişlerdi. Haberi duyan Hayberliler de durumu ciddiye almamışlar, böyle bir şeyin olabileceğine ihtimal vermemişlerdi. Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem, iki yüzü atlı bin altı yüz kişilik bir ordu ile sayıları on bini bulan, muhkem kalelerle (yedisi büyük birçok kale ve burçlarla )çevrili, o günün şartlarına göre donanımlı (mancınıkları vs. olan) sayılabilecek bir orduya karşı sefere çıktı. Zaten onlar hiçbir zaman Müslümanlarla göğüs göğüse çarpışmaya cesaret edemezler buyuruyor Kur’an. “Onlar, iyice korunmuş şehirlerde veya duvar arkasında olmaksızın sizinle toplu bir halde savaşmazlar…”3 İslam ordusu Hayber ile Gatafan arasında bir güzergâhta ilerleyerek Hayber kalelerinin yanına vardı. Amaç Gatafan’dan gelebilecek yardımı kesmekti. Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem orduyu durdurdu ardından kılınan sabah namazının akabinde şöyle buyurdu: “Allahu Ekber! Haribet Hayber! (Allah büyüktür, Hayber harap olmuştur). Biz düşman bir topluluğun yurduna indik mi, o topluluğun vay haline! Onların sabahı ne kötü bir sabahtır.”4

                İslam ordusunun gelişinden habersiz olan Hayberliler, sabah olunca ziraat aletlerini alarak bağ ve bahçelerine giderlerken birden İslam ordusunu görüp korkuyla kalelerine döndüler. Ordusunun büyük kısmını en büyük kale olan Natat’ın karşısına yerleştiren Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem, diğer kalelere de küçük birlikler gönderdi. Altı gün boyunca karşılıklı ok atmalar şeklinde ilerleyen savaşta herhangi bir ilerleme kaydedilememesi moralleri bozuyordu. Altıncı günün akşamı Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem şöyle buyurdu: “Yarın sancağı öyle birisine vereceğim ki Allah ve Resulü onu sever, O da Allah ve Resulünü sever.”5 Herkesin kalbinde bir umut ve sevinç rüzgârı estiren bu sözün tesiriyle sabahı zor eden Müslümanlar, ‘acaba ben seçilir miyim?’ Veya ‘kim seçilecek’ diye merak içindeydiler. Hz. Ömer Radıyallahu Anh diyor ki: “Komutan olmayı o günkü kadar hiç istememiştim”. Ertesi gün sancak, gözlerinden rahatsız olan ancak Rasulullah’ın mübarek ellerini gözlerine sürmesiyle iyileşen Hz. Ali Radıyallahu Anhu’ya verildi. Hz. Ali’ye şu tarihi talimatı verdi. Allah Rasulü: “Sancağı al ve ilerle. Allah’tan başka ilah olmadığına, Muhammed’in Allah’ın Resulü olduğuna şehadette bulunmalarına kadar onlarla savaş. Onlar bu denileni kabul ederlerse canlarını ve mallarını korumuş olurlar, kalplerindekinin hesabı ise Allah’a aittir. Vallahi onlardan birisinin senin elinle hidayet bulması, senin için birçok kızıl develeri Allah yolunda sarf etmenden daha sevimlidir.”6 Bu talimat aynı zamanda İslam’da cihadın ana gayesinin bildirilmesi açısından da ne kadar anlamlıdır. Ertesi gün Hz. Ali ve diğer Müslümanların üstün gayretleri ve Allah’ın yardımıyla en büyük kaleleri Natat ele geçirildi. Daha sonrasında her bir kale günlerce süren zorlu savaşlar neticesinde birer birer ele geçirildi.

                Savaş sırasında birçok zorlukla karşılaşan Müslümanlar açlıkla da imtihan olundular. Şiddetli açlığın olduğu bir zamanda haramlığı konusunda henüz hüküm gelmemiş olan ehli merkeplerden bir kaçını kesip etlerini pişirmeye başlamışlardı ki, Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem’den “etleri dökün, kapları kırın” talimatı geldi. ‘Kapları kırmasak ta yalnız etleri döküp, kapları yıkayıp kullansak olmaz mı?’ sorusu üzerine kendilerine “öyle yapın” denildi. Bu olay bile Müslümanların ne denli disiplin ve itaat üzere bir ordu olduklarının ve liderlerine olan bağlılıklarının en açık göstergesidir. Bu aynı zamanda “Yahudilerin göğüs göğüse çarpışmaktan kaçındıkları” İslam ordusunun mahiyetini anlamamız açısından da önemlidir. Bu gün Müslümanlardan korkmuyorlarsa, bu durum bugünkü Yahudilerin cesur olduğunu göstermez, aksine Müslümanların (sayıları çok olsa bile) imanlarının ve kuvvetlerinin zayıflığını gösterir.

                Savaş sona erdiğinde çoğunluğu tahıl ve hurmadan oluşan büyük miktarda ganimet elde edildi. Bu ganimetin beşte biri ayrılıp geride kalan beşte dördü mücahidlere dağıtıldı. Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem, her yıl ürünlerinin yarısını Müslümanlara verme şartıyla Yahudileri serbest bıraktı. Bu da gösteriyor ki savaşın amacı yeryüzünde Yahudilerin kökünü kazımak değil, onların fitne ve fesat çıkarmalarını sağlayacak güce ulaşmalarını engellemektir. Çünkü ne zaman bir güce ulaşsalar (tıpkı bugün olduğu gibi) hemen şımarıp hadlerini aşıyorlar ve dünyanın başına bela oluyorlar.

                Sonuçlarına bakıldığında Hayber’in fethinin Müslümanlar ve İslam dini açısından çok önemli olduğunu ifade etmek gerekir. Fetihle birlikte siyasî anlamda hemen hemen Arabistan’daki bütün Yahudiler Müslümanların hâkimiyeti altına girmişlerdir. Hayber’in fethi öncesinde Hudeybiye anlaşması ile müşriklerden gelebilecek herhangi bir tehlike bertaraf edilmiş olduğundan, bu fetih ile İslam’ın yayılması önündeki engellerin kalkması bakımından önemli bir rahatlama olduğu gerçektir. Bu fetih ile Yahudilerin Kureyş müşrikleriyle herhangi bir işbirliğine teşebbüsleri ortadan kaldırılmış oluyordu. Böylelikle Kureyş müşriklerinin Müslümanlara karşı her zaman kullanmayı planladıkları destekleri bertaraf edildi.

                Bu fetih Müslümanların gücü bakımından da etrafta büyük yankılar uyandırdı. Zira bu kadar güçlü kalelere sahip, harp sanatı konusunda uzman olan ve harp malzemeleri bakımından en üstün durumda olan bir Yahudi kabilesini savaşta alt etmek gerçekten Müslümanlara ve onların mensup olduğu İslamiyet’e Arap yarımadasında büyük bir itibar kazandırmıştır. Müslümanların Allah’ın izniyle yenilmez bir güç olduğunu göstermiştir. Bu itibarladır ki fetihten sonra civar kabileler teker teker kendi istekleriyle Müslümanların hâkimiyetini kabul etmek durumunda kalmışlardır.

                Bugünkü teknolojisine ve arkasındaki güçlü devlet desteklerine bakıp İsrail terör devletini yenilmez zannedenler, tarihe tekrar bakıp ilgili bölümleri yeniden okusunlar. Bu ümmet geçmişte nice yenilmez denilen, sayı ve techizat üstünlüğüne sahip orduları Allah Celle Celaluhu’nun izniyle dize getirmiştir. Yeter ki en büyük destekçileri olan Âlemlerin Rabbi ve O’nun görünmez orduları yanlarında olsun. Bunun için en başta belirttiğimiz gibi kaybettiğimiz ümmetin vasıflarına topyekûn yeniden bürünmek ve genelde tüm fetihlerin hassaten de Hayber’in fetih ruhunu yeniden diriltmekle işe başlamalıyız. Rabbim, ümmetin kanayan yarası Gazze’deki kardeşlerimizin şehadetlerini kabul etsin, onların şehadetlerini Ümmetin dirilişine vesile kılsın inşaallah.

1) Maide, 82.

2) Fetih, 15.

3) Haşr, 14.

4) Buhari, Meğazi, 32; İbn Hişam, Es-Siretü’n-Nebeviyye, 3/344.

5) Vakıdî, Meğazi, II/654.

6) Buharî, cihad ve siyer, 102; Meğazi, 38.