“Doğrusu Allah, kendi yolunda kenetlenmiş bir duvar gibi saf bağlayarak savaşanları sever.”1 Bu sadece savaşmak değildir. Allah yolunda savaşmaktır. Müslüman cemaatle dayanışma içinde onların safında savaşmaktır. Azimle ve direnerek savaşmaktır.
Kur’an-ı Kerim, bir ümmet kuruyordu. Yeryüzünde Allah’ın dinini hayattaki yolunu ve insanlar arasındaki sistemini bir emanet olarak yüklenmeleri için onları yetiştiriyordu. Tek tek onların iç dünyalarını, ruhlarını ve vicdanlarını arındırmak, onları bir cemaat hâline getirmek ve pratikte yaşanan bir eylem hâline getirmek... Evet, bunların hepsini bir anda yapmak gerekiyordu. Çünkü Müslüman fert ancak bir cemaat içinde yetiştirilebilir. İslam ancak sağlıklı bağları bulunan, sağlıklı düzeni bulunan, aynı zamanda toplumsal bir hedefi olan düzenli bir topluluk ortamında var olabilirdi. Ancak bu şartlarda teker teker her bireyi ile ilgilenebilirdi. Bu ise söz konusu ilahi düzenin vicdanda, eyleminde ve bunlarla birlikte yeryüzünde ortaya konması ile mümkün olabilirdi.
İslam, bireyin vicdanına ve bireysel sorumluluğa son derece önem vermekle beraber bir kenara çekilmiş, her biri kendi başına bir manastırda Allah’a ibadet eden tek tek bireylerin dini değildir. Böyle bir durum İslam’ı, bizzat bu bireyin vicdanında dahi gerçekleştiremeyeceği gibi bunun doğal bir sonucu olarak onun hayatında da İslam’ı gerçekleştiremez. İslam, bu şekilde bir yalnızlığı yaşatmak için gelmemiştir. Tam tersine insanların hayatına hükmetmek, onu yönlendirmek için gelmiştir. Her alandaki bireysel ve toplumsal çalışmaya egemen olmak için gelmiştir. Bu nedenle İslam’ın bütün prensipleri ilkeleri ve düzenlemeleri hep bu sosyal hayata paralel şekilde belirlenmiştir. İslam bireyin vicdanına eğildiğinde bu vicdanı bir topluluk içinde yaşayan bir ferdin vicdanı olarak şekillendirmeye çalışır. Bireyi ve bireyin içinde yaşadığı topluluğu Allah’a yöneltir. Fert Allah’ın yeryüzündeki dinini, hayattaki yolunu ve insanlar içindeki sistemini koruma emanetini omzunda taşıyarak bu topluluk içinde yaşar.
Davanın ilk gününden itibaren İslamî bir toplum veya Müslüman bir cemaat kurulmuştur. Bu topluluğun kendisine özgü sözlerine itaat edilen bir liderliği vardı. Bu Hz. Peygamber’in liderliğiydi. Topluluğun bireyleri arasında sosyal bağlar bulunuyordu. Yapısı da diğer tüm topluluklardan farklı idi. Aynı zamanda bu topluluk içinde yaşayan her insanın, kalbine ve vicdanına dayanan kendisine özgü prensipleri, gelenek ve görenekleri vardı. Evet, bunların hepsi Medine’de İslam devleti kurulmadan önce gerçekleşmişti. Hatta bu cemaatin kurulması, Medine’deki devletin kurulmasına yol açan en önemli sebepti.
Hiç şüphesiz İslam, savaşı arzu etmez ve savaşı sevdiği için onu istemez. İslam şartlar kendisini zorladığı için ve savaşın ardındaki hedef büyük olduğu için onu farz kılar. Çünkü İslam, insanlığı ilahi sistemin en son ve değişmez şekli ile karşılar. Bu sistem sağlıklı fıtrata uygun düşmekle beraber ruhlara birtakım yükümlülükler getirir. Böylece onları üstün seviyelere çıkarmak ister. Bu üstün derecelere ulaşıp orada kalmalarını arzu eder. Ne var ki yeryüzünde ilahi sistemin yerleşmesini istemeyen pek çok kuvvetler de bulunmaktadır. Çünkü İslam bu güçlerin sahte, basit değerlere dayalı olan birçok ayrıcalıklarını ellerinden alır. Bu sahte güçler, imanın ve onun öngördüğü yükümlülük düzeyinden insanları geride bırakmak için onların zaaflarını kullanmaya çalışırlar. Ayrıca bilinçsizliklerini ve önceki nesillerden gelen gelenekselleşmiş yanlış anlayışları istismar etme çabasına girerler. Bunlarla ilahi sisteme ve onun yoluna dikilmek isterler.
Müslümanlar Allah yolunda savaşırlar. Kendi çıkarları için veya ırk, toprak, soy ve aile gibi herhangi bir tutkunluk ve asabiyet yolunda savaşmazlar. Yalnız Allah yolunda, sadece Allah için, sırf Allah’ın sözünü yüceltmek için savaşırlar. Nitekim Hz. Peygamber buyuruyor ki: “Kim Allah’ın sözünü yüceltmek için savaşırsa o Allah’ın yolundadır.”2
Mücahitlerin savaşırken taşımaları gereken ve Allah’ın sevdiğini belirttiği durum üzerinde biraz düşünmeliyiz: “Kendi yolunda kenetlenmiş bir duvar gibi saf bağlayarak.” Bu aslında bireysel bir sorumluluktur. Fakat toplumsal şekilde ortaya çıkan bireysel bir sorumluluk... Düzenli bir cemaat içindeki bireysel sorumluluk... Çünkü İslam’a karşı koyanlar toplu güçler hâlinde O’na karşı koymaktadırlar. Büyük kitleler hâlinde O’na saldırmaktadırlar. Bu nedenle İslam ordularının da düşmanlarını düzgün, düzenli ve saflar hâlinde karşılamaları gerekmektedir. Sağlam ve dayanıklı birlikler hâlinde düzene girmeleri gerekir. Çünkü bu dinin temel özelliği budur. Üstün ve galip gelmesi, topluma hâkim olması, birbirine bağlı, birbiriyle uyumlu bir topluluk meydana getirmesi O’nun en önemli özelliğidir. Tek başına ibadet eden, yalnız başına savaşan ve tek başına yaşayan toplumdan kopuk fertlerin sergilediği tablo bu dinin tabiatından tamamen uzaktır. Bu tek tek bireyler cihad hâlinde veya bundan sonra hayata hâkim olma konusunda sistemin gerekliliğinden tamamen uzaktırlar.
Yüce Allah'ın, mü’minler için sevdiğini ifade ettiği bu manzara onların dinlerinin tabiatını da çiziyor kendilerine. Onlara yolun işaretlerini açıklıyor, eşsiz yapısını da ortaya koyuyor: “Kenetlenmiş bir duvar gibi saf bağlayarak.” Bu öyle bir yapıdır ki bütün tuğlaları birbiriyle yardımlaşmakta, birbirine dayanmakta ve kenetlenmektedir. Her tuğla kendi görevini yerine getirmekte ve her biri kendi gediğini kapatmaktadır. Çünkü bir tuğla yerinden ayrıldığında ileriye veya geriye alındığında yanındaki ve altındaki diğer tuğlalarla bütünleşip kenetlenmediğinde duvarın tamamı yıkılma tehlikesi ile karşı karşıya kalır. Bu genel anlamı ifade eden soyut bir benzetme değil, gerçeği tasvir eden bir ifadedir. Cemaatin yapısını, cemaat içindeki bireylerin birbirleriyle bağlarını tasvir eden bir ifade… Belirlenen düzen içinde, belirlenen hedefe doğru yöneltilen inanç bağını ve hareket bağını ortaya koymaktadır.
- Saff, 4
- Buhari, Müslim
“Doğrusu Allah, kendi yolunda kenetlenmiş bir duvar gibi saf bağlayarak savaşanları sever.”1 Bu sadece savaşmak değildir. Allah yolunda savaşmaktır. Müslüman cemaatle dayanışma içinde onların safında savaşmaktır. Azimle ve direnerek savaşmaktır.
Kur’an-ı Kerim, bir ümmet kuruyordu. Yeryüzünde Allah’ın dinini hayattaki yolunu ve insanlar arasındaki sistemini bir emanet olarak yüklenmeleri için onları yetiştiriyordu. Tek tek onların iç dünyalarını, ruhlarını ve vicdanlarını arındırmak, onları bir cemaat hâline getirmek ve pratikte yaşanan bir eylem hâline getirmek... Evet, bunların hepsini bir anda yapmak gerekiyordu. Çünkü Müslüman fert ancak bir cemaat içinde yetiştirilebilir. İslam ancak sağlıklı bağları bulunan, sağlıklı düzeni bulunan, aynı zamanda toplumsal bir hedefi olan düzenli bir topluluk ortamında var olabilirdi. Ancak bu şartlarda teker teker her bireyi ile ilgilenebilirdi. Bu ise söz konusu ilahi düzenin vicdanda, eyleminde ve bunlarla birlikte yeryüzünde ortaya konması ile mümkün olabilirdi.
İslam, bireyin vicdanına ve bireysel sorumluluğa son derece önem vermekle beraber bir kenara çekilmiş, her biri kendi başına bir manastırda Allah’a ibadet eden tek tek bireylerin dini değildir. Böyle bir durum İslam’ı, bizzat bu bireyin vicdanında dahi gerçekleştiremeyeceği gibi bunun doğal bir sonucu olarak onun hayatında da İslam’ı gerçekleştiremez. İslam, bu şekilde bir yalnızlığı yaşatmak için gelmemiştir. Tam tersine insanların hayatına hükmetmek, onu yönlendirmek için gelmiştir. Her alandaki bireysel ve toplumsal çalışmaya egemen olmak için gelmiştir. Bu nedenle İslam’ın bütün prensipleri ilkeleri ve düzenlemeleri hep bu sosyal hayata paralel şekilde belirlenmiştir. İslam bireyin vicdanına eğildiğinde bu vicdanı bir topluluk içinde yaşayan bir ferdin vicdanı olarak şekillendirmeye çalışır. Bireyi ve bireyin içinde yaşadığı topluluğu Allah’a yöneltir. Fert Allah’ın yeryüzündeki dinini, hayattaki yolunu ve insanlar içindeki sistemini koruma emanetini omzunda taşıyarak bu topluluk içinde yaşar.
Davanın ilk gününden itibaren İslamî bir toplum veya Müslüman bir cemaat kurulmuştur. Bu topluluğun kendisine özgü sözlerine itaat edilen bir liderliği vardı. Bu Hz. Peygamber’in liderliğiydi. Topluluğun bireyleri arasında sosyal bağlar bulunuyordu. Yapısı da diğer tüm topluluklardan farklı idi. Aynı zamanda bu topluluk içinde yaşayan her insanın, kalbine ve vicdanına dayanan kendisine özgü prensipleri, gelenek ve görenekleri vardı. Evet, bunların hepsi Medine’de İslam devleti kurulmadan önce gerçekleşmişti. Hatta bu cemaatin kurulması, Medine’deki devletin kurulmasına yol açan en önemli sebepti.
Hiç şüphesiz İslam, savaşı arzu etmez ve savaşı sevdiği için onu istemez. İslam şartlar kendisini zorladığı için ve savaşın ardındaki hedef büyük olduğu için onu farz kılar. Çünkü İslam, insanlığı ilahi sistemin en son ve değişmez şekli ile karşılar. Bu sistem sağlıklı fıtrata uygun düşmekle beraber ruhlara birtakım yükümlülükler getirir. Böylece onları üstün seviyelere çıkarmak ister. Bu üstün derecelere ulaşıp orada kalmalarını arzu eder. Ne var ki yeryüzünde ilahi sistemin yerleşmesini istemeyen pek çok kuvvetler de bulunmaktadır. Çünkü İslam bu güçlerin sahte, basit değerlere dayalı olan birçok ayrıcalıklarını ellerinden alır. Bu sahte güçler, imanın ve onun öngördüğü yükümlülük düzeyinden insanları geride bırakmak için onların zaaflarını kullanmaya çalışırlar. Ayrıca bilinçsizliklerini ve önceki nesillerden gelen gelenekselleşmiş yanlış anlayışları istismar etme çabasına girerler. Bunlarla ilahi sisteme ve onun yoluna dikilmek isterler.
Müslümanlar Allah yolunda savaşırlar. Kendi çıkarları için veya ırk, toprak, soy ve aile gibi herhangi bir tutkunluk ve asabiyet yolunda savaşmazlar. Yalnız Allah yolunda, sadece Allah için, sırf Allah’ın sözünü yüceltmek için savaşırlar. Nitekim Hz. Peygamber buyuruyor ki: “Kim Allah’ın sözünü yüceltmek için savaşırsa o Allah’ın yolundadır.”2
Mücahitlerin savaşırken taşımaları gereken ve Allah’ın sevdiğini belirttiği durum üzerinde biraz düşünmeliyiz: “Kendi yolunda kenetlenmiş bir duvar gibi saf bağlayarak.” Bu aslında bireysel bir sorumluluktur. Fakat toplumsal şekilde ortaya çıkan bireysel bir sorumluluk... Düzenli bir cemaat içindeki bireysel sorumluluk... Çünkü İslam’a karşı koyanlar toplu güçler hâlinde O’na karşı koymaktadırlar. Büyük kitleler hâlinde O’na saldırmaktadırlar. Bu nedenle İslam ordularının da düşmanlarını düzgün, düzenli ve saflar hâlinde karşılamaları gerekmektedir. Sağlam ve dayanıklı birlikler hâlinde düzene girmeleri gerekir. Çünkü bu dinin temel özelliği budur. Üstün ve galip gelmesi, topluma hâkim olması, birbirine bağlı, birbiriyle uyumlu bir topluluk meydana getirmesi O’nun en önemli özelliğidir. Tek başına ibadet eden, yalnız başına savaşan ve tek başına yaşayan toplumdan kopuk fertlerin sergilediği tablo bu dinin tabiatından tamamen uzaktır. Bu tek tek bireyler cihad hâlinde veya bundan sonra hayata hâkim olma konusunda sistemin gerekliliğinden tamamen uzaktırlar.
Yüce Allah'ın, mü’minler için sevdiğini ifade ettiği bu manzara onların dinlerinin tabiatını da çiziyor kendilerine. Onlara yolun işaretlerini açıklıyor, eşsiz yapısını da ortaya koyuyor: “Kenetlenmiş bir duvar gibi saf bağlayarak.” Bu öyle bir yapıdır ki bütün tuğlaları birbiriyle yardımlaşmakta, birbirine dayanmakta ve kenetlenmektedir. Her tuğla kendi görevini yerine getirmekte ve her biri kendi gediğini kapatmaktadır. Çünkü bir tuğla yerinden ayrıldığında ileriye veya geriye alındığında yanındaki ve altındaki diğer tuğlalarla bütünleşip kenetlenmediğinde duvarın tamamı yıkılma tehlikesi ile karşı karşıya kalır. Bu genel anlamı ifade eden soyut bir benzetme değil, gerçeği tasvir eden bir ifadedir. Cemaatin yapısını, cemaat içindeki bireylerin birbirleriyle bağlarını tasvir eden bir ifade… Belirlenen düzen içinde, belirlenen hedefe doğru yöneltilen inanç bağını ve hareket bağını ortaya koymaktadır.
- Saff, 4
- Buhari, Müslim