Bir millet için en büyük mağlubiyet; kendi öz değerlerine yabancılaşması ve kendi medeniyetinden uzaklaşmasıdır. Üstelik o medeniyet bütün insanlığa mutluluk ve huzur bahşedecek bir hayat görüşüne, hakkı dimdik ayakta tutacak sağlam esaslara, insanlığı her konuda en doğruya ulaştıracak prensiplere, bütün yeryüzünde adaleti tesis edecek ölçülere, bunu başarıyla ispat etmiş bir tarihe ve bunu ortaya koyan kültürel mirasa sahipse, bütün bunlardan ayrılmanın ne büyük bir facia ve ne kötü bir akibet olduğu daha iyi anlaşılır.
Bunun karşılığında alınan ise çürük temeller üzerine inşa edilmiş, dışı son derece cafcaflı fakat içi kof, insanlığa huzur ve saadet kazandırmak şöyle dursun, çarpık değer yargıları sebebiyle dünyayı savaş alanına çeviren bir medeniyet müsveddesi… Altını verip taşı almak, sarayı verip çadırı almaya benzeyen bu alış-verişte zararın büyüklüğü hesap dahi edilemez. İşte İslam ümmeti 19.yy yarısından itibaren başlayan ve şu an halen devam eden bir imtihan içerisindedir. Bu imtihan kendi değerlerine sahip çıkmakla yükselme, batının değerlerine kanmakla alçalma arasındaki tercihin imtihanıdır. Bu imtihanda kendi medeniyetlerini terk edenler Hz. Musa’nın İsrailoğulları’na hitaben; “Daha iyi olanla, daha aşağı olanı değiştirmek mi istiyorsunuz”1 sözünün muhatabı konumuna düşmüşlerdir. Hâlbuki bu ümmet İsrailoğulları’na benzememeleri için kitaplarında sık sık onların kötü hallerinden bahsedilerek onlar gibi olmaktan sakındırılmıştı. O İsrail oğulları ki; Rabbimiz onlara gökten en güzel et olan bıldırcın eti ve tertemiz kudret helvası indirdiği halde, bunları beğenmeyip peygamberlerinden bunların yerine soğan, sarımsak istemişlerdi. Öyle bir dönem geldi ki ümmeti Muhammed tıpkı İsrail oğulları gibi, Allah’ın kendilerine bahşettiği İslam medeniyeti nimetini beğenmemeye başladılar. Çünkü karşılarında ilim ve teknikte ilerlemiş genç, dinamik ve göz alıcı renklerle ışıldayan batı medeniyetini gördüler. Bu ışıltı Müslümanların gözünü kamaştırdı. Batı medeniyeti coşkun bir sel gibi önüne çıkan her şeyi sürükleyip götürüyordu. Müslümanlar bu sel ile karşı karşıya kaldıklarında durum Efendimiz Sallallahu Aleyhi ve Sellem’in hadisinde bildirdiği gibiydi. “Sayınız çok olacak fakat selin üzerindeki çer çöp gibi olacaksınız. Allah Azze ve Celle düşmanların kalbinden sizin korkunuzu silecek. Çünkü kalplerinizde “vehn” olacak. ‘Vehn nedir Ya Rasulallah dediler?’ “Ölüm korkusu, dünya sevgisi” buyurdu.2 İşte Müslümanlar tam bu haldeyken batıyla karşılaştı. Bu sele kapılmamak için gereken manevî güçlerini yitirmişlerdi. Takva şuuru zayıflamış, lüks ve safahat düşkünlüğü başlamıştı. At sırtından inmeyen mücahid padişahlar yerine, sarayından çıkamayanlar yönetime geçmişti. Medeniyet çatısı altında ilim ve teknikte ilerlemek için çaba sarf etmek, zirvede kalmak için bir zaruretken buna yeterince önem verilmiyordu. Yüzyıllardır dünyayı yönetmenin verdiği rehavetle artık eskisi kadar çalışılmıyordu. Hâlbuki medeniyetin yüce değerleri ancak güçle korunabilir. Aksi takdirde o yüce değerler korunmasız ve sahipsiz ortada kalacak ve bunun sonucu olarak kaybedilecektir. Bu nedenle Rabbimiz Teâlâ: “Onlara karşı gücünüz yettiği kuvvet ve beslenip, bağlanan atlar hazırlayın. Bununla Allah’ın düşmanını, sizin düşmanınızı ve onlardan başka sizin bilmeyip de Allah’ın bildiği kimseleri korkutursunuz”3 buyurmaktadır. Müslümanlar bunun için çalışmaları gerektiğini unutmuştu. İşte bu ayete göre güçlenmek Allah’ın bir emridir. Bir medeniyetin kavi olması iki güce dayanır:
1) İlmî Güç: Güçlü bir eğitim ile topluma yön veren aydın âlim kadroların ve her konuda öne çıkan yüksek şahsiyetlerin yetiştirilmesi.
2) Maddî Güç: Silah, ordu, bilim ve teknikte ilerleme, sanayinin güçlendirilmesi. Kur’an’da Rabbimiz bunlara işaret ederek “Andolsun ki biz, peygamberlerimizi apaçık emirlerle gönderdik ve onlarla birlikte kitap ve insanlar aralarında adaleti icra etsinler diye mizanı verdik ve kendisinde şiddetli sertlik ve insanlar için menfaatler bulunan demiri de indirdik çünkü Allah böylece kendisine ve peygamberlere gıyaben kimlerin yardım edeceğini belli edecek Allah kavîdir ve Azizdir.”4
Ali Şeriati bu ayeti medeniyet açısından şöyle değerlendirir: “...Ya onun dini… Demirin, mizanın ve kitabın dinidir. Bu üç kelimeyi Kur’an’da ki üç alâmet olarak düşünüyorum. Kitap; kültürün, entelektüelliğin ve eğitimin mizan; eşitliğin, doğruluğun ve adâletin demir; maddi gücün (endüstri ve askeri kuvvet, bireysel ve sosyal güç) alâmetidir. Şu üç kelimenin yerine aynı zamanda şu üç kelimeyi de kullanabiliriz; kültür, adalet ve güç... Nerede bu üçünden biri zayıf olursa o toplumdaki insanlar eksik ve sıkıntıda olacaklardır. Önce her şeye karşı önceliği olan kitaptır, sonra mizan ve sonuçta da demir gelmektedir. Kitap insanlığın temeli ve toplumu çevreleyip tutan baş şerittir. Fakat demir kitaptan hemen sonra gelmemelidir. Eğer böyle bir şeye karar verilirse kitap giderek demirin uşağı haline gelmektedir. Böyle bir halde hangi suç bundan daha kötü olabilir? Mizan, demirin saldırısına karşı kitabı korur; demirin insan ve kitap üzerinde hâkimiyet kurmasını engeller… Ehlileştirir ve söz dinler bir hale getirir. Ama kitap ve mizan demir olmaksızın ne yapabilirler? Hiçbir şey! …Bunlar Kur’an satırlarında sunulmuş olan kelimelerin çizdiği yoldan öğrenilecek noktalardır. Sonuçta Kur’an; anlama, eğitim, adalet, eşitlik ve güç ile donatılmış; aynı zamanda kitabın, mizanın ve demirin pratik hayata geçirilmesi sonucu hayatın ve toplumun amacı olan, güçlü ve ileri medeniyetin ruhunu ve nihai hedefini göstermektedir.”5 Şeriati’nin değindiği bu noktalarda İslam âlemi gerilerken yüce ve ulvi değer yargılarından yoksun batı âlemi demiri (gücü) eline aldı. Güç gösterisinden başka insanlığa ne ahlaki ne insani yönden verebileceği hiçbir şey yoktu. Değer yargısı da bütün arzusu ve hayalide ve buna binaen ulaşabileceği nihai hedef de sadece maddeydi. Manadan hiçbir nasibi yoktu. İşte bu sebeple Batı medeniyeti henüz doğarken kendi eliyle mezarını kazmış bir medeniyettir. Çünkü dinden uzak, ahlâktan nasipsiz medeniyetlerin çökmesi kaçınılmazdır. Bunu batının içerisinde kalarak yakından görmüş olan Muhammed İkbal şöyle ifade eder: “Batı medeniyeti yaşının küçüklüğüne ve içinde saklı bulunan dinamizme rağmen kocamış bir medeniyettir. Ölüm sarhoşluğu içerisinde kıvranıp durmaktadır. Kısa zamanda ölmeyecek olursa mutlak kendi hançeriyle kendisini öldürerek intihara kalkışacaktır. Bunun hiçbir garip yanı yoktur. Çünkü bütün yuvaları sallanıp durmakta olan bir dalın üzerindedir…” “Bu medeniyetin temelleri çok çürüktür. Yıkılmak üzere olan bir medeniyet. Duvarları parlak camdandır, hiçbir sarsıntıya dayanamaz.” Ve bu sözlerden sonra İslam ümmetini batıya karşı uyararak: “Hak ehliyle sürekli bir savaş içerisinde olan bu dinsiz medeniyetten uzak dur” der.6 Fakat ne yazık ki İslam âleminde İkbal gibi batının gerçek yüzünü görenler çok çıkmadı. Ve 20. yy.’ da İslam âlemi batıya karşı tutumda iki ayrı yol izledi: 1) Âdet, gelenek ve göreneklerine bağlı kalarak ilim ve tekniği de dâhil olmak üzere batıya karşı kapılarını kapatmak. 2)Tam bir teslimiyetle batıya teslim olup, kuru bir taklitle taklit etmek. Birinci yolu izleyenler batıyı taklit etmemekle birlikte ilerlemek içinde hiçbir girişimde bulunmadı. İleriye yönelik hiçbir plân ve proje yapmadılar. Böyle olunca değişen dünyanın ihtiyaçlarına yetişemediler ve gelişemediler. Âdet, gelenek ve göreneklerinde onları ilerletmeye güçleri yetmedi. İslam’ın kendi bağrında beslediği gelişmeye açık yönü değerlendirmediler. İleri görüşlülükten nasipsiz yöneticilerin hazırcı yapıları da bu durumu etkileyen önemli bir faktördür. Bunun bir örneğini Muhammed Esed’in anlattığı şu olayda görmek mümkündür: “İçinde kralın basiretsizliği ve idari görüşünün noksanlığı beliren bir konuşmayı hatırlarım. Bu, 1928’de Mekke’de olmuştur. Suriye İstiklal Hareketi’nin meşhur lideri Emir Şekip Arslan’ın kralı ziyareti esnasındaydı. İbn-i Suud (kral) beni takdim etti. ‘Bu oğlumuz Muhammed Esed’dir. Güney eyaletlerinden döndü. Bedeviler arasında dolaşmayı sever.’ Ona bu seyahatim hakkında bilhassa Bişe Vadisi’ne dair kanaatlerimi anlattım. Orasını şimdiye kadar bir Avrupalı ziyaret etmemişti. Krala dönerek: ‘Ey imam! Eminim ki Bişe Vadisi ilmi olarak geliştirilirse bütün Hicaz’ın hububat ihtiyacını temin eden büyük bir ambar halini alır’ dedim. Kral hayret etti. Zira Hicaz’ın buğday ihtiyacı dışarıdan ithal olunuyordu. ‘Bişe Vadisi’ni ıslah etmek ne kadar sürer?’ dedi. Tahminen beş ila on sene arasında verimli hale getirilebileceğini söyledim. İbn-u Suud: ‘On sene mi?’ diye bağırdı. Bu çok uzun bir zamandır. Biz bedeviler yalnız bir şey biliriz; elimize geçeni ağzımıza atmayı! On sene ileriye giden bir plân yapmak imkânsız denecek kadar zor bizim için.’ Emir Şekip kulaklarına inanamadı, ağzı açık bana bakakaldı. Ben de aynı hareketle ona bakıyordum.”7
Bu anlayış batının güçlü akımı karşısında bir yere kadar idare etti. Bir müddet sonra batıya hayranlık bu ülkelerde de başladı. Gün geldi on sene ileriye yönelik plân yapamayanların toprakları batılıların hâkimiyeti altına girdi. Artık bu ülkelerin plân ve projeleri kendi çıkarları doğrultusunda batılılar tarafından yapılmaya başlanıldı. Halen de bu konuda hürriyet elde edilememiştir. Batı bu ülkelerin başına kimi getirmek isterse getirmiş, gerekirse baskıcı sistemlerle halkı ezmiş, daha sonra yeni stratejileri doğrultusunda değiştirmek istediğinde yine birçok kan ve can pahasına sahte bahar söylemleriyle değiştirmeye çalışmış, çalışmaktadır. Değişmeyen tek şey batının egemenliğidir. Yapılan değişiklikler onun egemenliği altında yapıldığı sürece sonuç değişmeyecektir.
İkinci yolu takip edenlere gelince; eğri doğru, kirli temiz demeden bütün yönleriyle batıya sonuna kadar kapılarını açtılar. Hayat tarzından kılık kıyafete, değer yargılarına varıncaya kadar her konuda batıyı taklit ettiler. Batıdan alınması gereken tek şey belki de ilim ve teknik iken, diğer konularda gösterdikleri çabayı bu konuda göstermediler. Milletin gerilemesinin sebebi olarak dini gösterip dinsizliği ve maddeciliği yaymaya çalıştılar. 600 yıllık başarının sahibinin din olduğunu görmezden geldiler. Milletin bin bir güçlükle ve nice canların ve malların feda edilmesiyle def ettiği düşmanın sistemini milletin başına bela ettiler. Dindar millete dinsiz bir sistemi layık gördüler. Millete acı çektirdikleri yetmediği gibi kendilerini bir türlü batıya da beğendiremediler. Halen de batının peşinde sürüklenmektedirler.
Ve sonuç… Şu an birinci yolu deneyenler de ikinci yolu deneyenler de aynı akıbete uğramışlardır. Hayranlık duydukları batı medeniyetinin -büyük devletlerinin- çizmesi altında ezilmekte ve sömürülmekteler. Burada Malik bin Nebi’nin sorusunu sormak lazım: ‘Sadece sömürenler mi suçlu? Kendilerinin sömürülmesine müsaade edenler hiç mi suçlu değil?’
Bugünkü zulmün temel kaynağı batı medeniyetinin kendisidir. Batının felsefesinde zulüm, değer yargılarında adaletsizlik, hayat görüşünde ahlâksızlık yer almaktadır. Batı medeniyeti şahsiyetsiz bir yapıdır. Müslümanlar hâkimiyet hakkını batı medeniyetine verdikleri sürece asla özgürleşemeyeceklerini bilmeliler. Hâkimiyet Rabbin hakkıdır ve asıl özgürlük hakka teslim olmadadır.
Ve çözüm… Hasan en Nedevi çözümü şöyle izah eder: ‘İşte İslam medeniyetinin temel esası: İpek kadar ince, çelik kadar sert. İhtiyaç ve gereklere, zaruret ve gerçeklere, uydurma ve hayali olmama, mübalağa ve aşırıya kaçmamak kaydına uyarak ipek gibi yumuşak olmak; ahlaki ve itikadi konularda dağlar gibi dirençli, çelik gibi sert olmak. Kafayı ve vicdanı açık, göğsü ferah tutmak, bu dünyadan uzak bir başka ülkede doğup gelişmiş olan faydalı ilimleri almaya hemen hazır olmak. Dinin özüne değinmeyen, ahlâkı durumu değiştirmeyen her türlü prensip ve tarzı benimsemek. İşte İslam’ın ön gördüğü yol budur.’8
1. Bakara, 61
2. Sünen- i Ebu Davut 4/111 Müsned Ahmet 5/278
3. Enfal, 60
4. Hadid, 25
5. Medeniyet ve Modernizm Ali şeraiti
6. İslam ülkelerinde ideolojik savaş Hasan Nedevi
7. A.g.e
8. A.g.e