“…Câmiü’l-Ezher’in Reis-i Uleması Şeyh Bahid Hazretleri Radıyallahu Anh İstanbul’da Eski Said’e sordu: ‘Osmanlı hükümetindeki hürriyete ne diyorsun ve Avrupa hakkında fikrin nedir?’ O vakit Eski Said demiş: ‘Osmanlı hükümeti Avrupa ile hamiledir, Avrupa gibi bir hükümeti doğuracak. Avrupa da İslamiyet’e hamiledir, o da bir İslam devleti doğuracak…”1
Yazıma, Bediüzzaman Radıyallahu Anh’ın bu öngörüsü ile başlamak istedim. 7 Ekim 2023’te Filistin’de başlayan Aksa Tufanı harekâtı ve sonrasında tüm dünyanın gözü önünde sergiledikleri şanlı direniş, sadece İslam aleminin üzerindeki ölü toprağı kaldırmadı. Aynı zamanda Avrupa’da İslam’a karşı merak uyanmasına ve insanların bu dine teveccühüne vesile oldu. Birçok kişi İslam’ı araştırdı, Kur’an’ı inceledi ve içlerinden bir kısmı da Müslüman olduğunu ilan etti. Bu durum bana daha önce okumuş olduğum işte bu satırları hatırlattı. Üstad Bediüzzaman Radıyallahu Anh, Osmanlı’nın çalkantılı döneminde kendisine yöneltilen soruya verdiği cevapla gelecekte kuvvetle muhtemel iki durumu çok veciz bir ifadeyle açıklıyor. Öngörüsünün birinci kısmı gerçekleşti. Gerçekten de Osmanlı yıkıldı. Osmanlı bakiyesi olarak yeni kurulan Türkiye, hayata dair kanunlarının çoğunu Avrupa’dan ihdas etti. Hâlbuki Kurtuluş Savaşı yıllarında “manda ve himaye kabul edilemez” düsturuyla onların hâkimiyetini reddederek işe başlamışlardı. Günün sonunda, Kurtuluş Savaşı yıllarında sarıldığı ve böylelikle Allah’ın yardımına mazhar olduğu dine ait değerlerin hepsine sırt çevirdi. Bununla da yetinmedi, 1987’de bizzat Avrupa Birliğine üyelik başvurusunda bulundu. İleri sürülen şartların birçoğunu yerine getirdiyse de yine de birliğe alınmadı.
Üstad’ın ikinci öngörüsü, Avrupa’da İslam’ın yükseleceğine ve ileride Avrupa’nın içinden bir İslam Devleti doğacağına dairdir. Bu öngörüsü de gerçekleşeceğe benzemektedir. Son yıllarda İslam’ın yükselişine dair istatistik bilgileri de bu durumu açıklamaktadır. Ayrıca Avrupa’da ve ABD’de İslam’ın yükselişini engelleme çabaları (İslamofobi çalışmaları)2 bu öngörüsünü desteklemektedir.
BATI MEDENİYETİ VE DEĞERLERİ ARTIK ÇÖKTÜ
Avrupa medeniyetinin artık yaşlandığı, miadını doldurmak üzere olduğu uzmanların da kabul ettiği bir gerçektir. Zaten insanlığa kan, zulüm ve gözyaşından başka bir şey de sunmamıştır. Ali Bulaç’ın ifadesiyle: “Kapitalizmin harcı, Afrikalı zencilerin, Amerikalı Kızılderililerin ve Asyalı insanların masum kanıyla yoğrulmuştur…”3 Aslında bu medeniyet daha kuruluş yıllarından itibaren sabıkalı olduğunu ortaya koymuştur. Coğrafi keşifler sonucunda her iki bölgeyi de (Afrika ve Amerika) sömürerek elde ettiği kanlı sermaye ile bu günlere gelmiştir. Kendi toplumunda oluşturduğu demokratik hak ve özgürlükleri diğer ülkelere (özellikle de İslam coğrafyasına) çok görmüş, o bölgeleri dizayn etme adına sürekli savaşlar çıkarmıştır. Gelişmiş teknolojisinin de yardımıyla modern hayatı medeniyet adı altında sunmuş, toplumları bu şekilde hipnotize etmiştir. Bu medeniyetin gölgesinde insanlar belki modern hayatı yaşadılar ama asla medeni olamadılar. Sömürgecilik ve pastadan daha fazla pay alma adına başlattıkları savaşlarda milyonlarca insan öldü. Bazı veriler 1. ve 2. dünya savaşlarında yaklaşık altmış milyon insanın öldüğü yönündedir. Toplumun bir arenaya dönüştüğü ve birbiriyle kıyasıya yarıştırıldığı bu yapıda insanlar her geçen gün daha fazla bireyci ve bencil olmuş, insani değerler giderek sıfırlanmıştır. Her türlü polisiye tedbirlerin artırılmasına ve caydırıcı cezalar uygulanmasına rağmen suç oranları daha da artmış, bunun önünü almak yerine daha büyük ve yüksek güvenlikli hapishaneler inşa edilmiştir. Kadın-erkek, evlat-ebeveyn ilişkileri giderek bozulmuş, akrabalık bağları kopma noktasına gelmiştir. Toplumda insanı ifsat edecek her türlü haram yaygınlaşmış, nesli muhafaza her zamankinden daha çok zorlaşmıştır. Belki, her türlü teknolojik imkânlara sahibiz, uzay çağında yaşıyoruz denebilir ancak modern hayatın içinde baş döndürücü hızla ilerlerken aynı hıza yakın bir şekilde insani değerlerimizi de kaybediyoruz. Maddi kalkınma ve teknolojik gelişmeler sanıldığının aksine insana huzur vermemiştir. Maalesef insana uygun bir medeniyet ortaya koyma iddiasındaki ideolojilerin değerleri iflas etmiş, son tahlilde bizi getirdikleri yer (Seyyid Kutub’un ifadesiyle) “uçurumun kenarı” olmuştur.
Bir medeniyetin insana uygun olup olmadığının en önemli göstergesi, insanı nasıl tanımladığından anlaşılabilir. Batı Medeniyetinin insan tanımlamaları hep insanın bedensel yönüyle alakalı ve çoğunlukla da eksik olmuştur. İnsanın ruhu, nefsi, şeytanı ve onu etkileyecek çevresi, kabiliyetleri/zafiyetleri ihmal edilmiştir. Bu şekilde meydana getirilen kriterler insanın sapmasına sebep olmuş, hidayet yolundan uzaklaşması kaçınılmaz olmuştur. Bu durumun en önemli sebebi, insanoğlunun yaratılış gayesini unutması, dolayısıyla Rabbini ve O’nun peygamberler aracılığıyla gönderdiği vahyi göz ardı etmesidir. Vahyin kılavuzluğunu reddedip yerine güya bilimi ve aklı koydular, meydana getirdikleri ideolojilerle de insanoğlunun rehberliğine soyundular. Bu durum insanoğluna kurtuluş değil felaket getirdi. Eğer bir çıkış yolu bulamazsa hem dünyasını hem de ahiretini tümden kaybetmesi kaçınılmazdır. Bu gidişattan kurtulmak ancak ilahi mesaja uymakla mümkündür. İnsanı en iyi bilen, ona en uygun hükümleri vaaz eden, yaratandan başkası olabilir mi? Kur’an-ı Kerim: “Yaratan yarattığını bilmez mi?”4 buyuruyor. Tüm insanların muhatap olduğu bu ve benzeri ayetler, kurtuluş reçetesini işaret etmektedir.
Gerek Asr-ı Saadette gerekse sonrasında vahyin kılavuzluğunda bir medeniyet inşası gerçekleşti ve dünyanın büyük bir bölümünde de tesiri oldu. Ulaştığı yerlerde hakkı ve adaleti tesis etti. Endülüs’te meydana getirdiği İslam Medeniyeti, asırlarca (XII-XV. yüzyıllar arasında) Avrupa’yı etkiledi ve bazı vicdanlı Avrupalı bilim adamlarının5 “Batı, Rönesans’ı İslamiyet’e borçludur” sözlerine vesile oldu. Batı, Rönesans ile kilisenin kendisine dayattığı skolastik (farklı fikirleri ve gelişmeleri reddeden, baskıcı) düşünceden kurtuldu. Bu özgürlüğün tesiriyle daha sonra adına “Aydınlanma Çağı” dediği döneme girdi. Ancak bu da Batı’ya gerçek bir medeniyet getirmedi. Çünkü Batı, kilise tahakkümünden kurtulmakla ne kadar doğru bir iş yapsa da sekülerleşerek, aklı/bilimi mutlaklaştırarak bir o kadar yanlışa sürüklendi. Adeta denize düşüp yılana sarılmış oldu. Ardından yazının baş tarafında değindiğimiz gibi gelişen sanayisi ve teknolojisiyle dünyayı tesiri altına alan Batı Medeniyeti, madden kalkınma sağlasa da manen insanlığı bitirme noktasına getirdi. İnsanlığın acilen bu medeniyetten ve dayattığı yaşam tarzından uzaklaşması/kurtulması lazımdır.
FİLİSTİN MESELESİNİN MÜSLÜMANLARA VE BATI İNSANLARINA BAKAN YÖNÜ
Gazze’de İsrail’in yaptığı katliam, bu medeniyetin getirdiği bir sonuçtur. Gazze’de yaşananları yazımızla bağlantılı olarak birçok açıdan ele almak mümkünse de bir iki noktasına değinmek istiyorum. İlk olarak bu yaşananların Müslümanlara bakan yönü şudur: İnsanlığın gidişatına İslam adına bir sözümüz, katkımız olmadığında bu ve benzeri zulümlere sürekli şahit olacağız. Özelde Gazze ve Filistin’i, genelde tüm insanlığı kurtarmak İslam Medeniyeti ile mümkündür. İslam Medeniyeti sadece İslam âleminin değil tüm insanlığın ihtiyacıdır. Bu medeniyetin gölgesinde insanlar onur ve şereflerini kaybetmeden, haksızlık ve zulümlere maruz kalmadan yaşayabilirler. Dünya Müslümanları bu bilinçle hareket etmelidir. Herkes bulunduğu yerde (evinde, işyerinde, toplumunda) İslam’ı hâkim kılmaya çalışır, ümmet şuuruyla dünyanın dört bir yanındaki zulümler bitinceye kadar mücadelesini sürdürürse o zaman bir şeylerin değişeceğini söyleyebiliriz. Müslümanlar bulundukları yerlerde yetkililere yaptırım noktasında tesir edecek kadar gerçek güce/sayıya/kaliteye ulaşmazlarsa Filistin meselesine katkımız kınamaktan öteye geçmeyecektir. Filistinli Müslümanlar, İsrail’in o toprakları işgalinden bu yana ellerinden geleni yaptılar ve defalarca çok ağır bedeller ödediler. Hâlâ da ödemeye devam ediyorlar. Kendilerini, ailelerini ve tüm yakınlarını feda etmeleri, tüm bunlara rağmen Allah’a ve davaya teslimiyetten, Mescid-i Aksa muhafızlığından zerre kadar uzaklaşmamaları onlardaki imanın kalitesini ortaya koyuyor. Adeta Şeyh Ahmet Yasin’in mektubunda yazdığı satırları yaşıyorlar: “…Yakında bizim büyük ölümlerimizi duyacaksınız, o zaman alınlarımızda şu yazılacak: ‘Bizler direndik! İleri atıldık ve kaçmadık!’ Ve bizimle birlikte çocuklarımız, kadınlarımız, yaşlılarımız ve gençlerimiz ölecek! Onları, bu suspus ve bön ümmete yakıt yapacağız…” Gerçekten de Aksa Tufanı harekâtı ve sonrasında yaşananlar, bir turnusol kâğıdı görevi gördü. Sadece Müslümanların değil tüm insanlığın kalibresinin ölçüldüğü bir imtihan oldu. Bu kalibrasyon işlemiyle kim istikamet üzere kimde bir sapma var ortaya çıktı. Bu ölçüme göre, Müslüman ülkelerin yöneticileri (Yemen hariç) sınıfta kaldı. İsrail’e ciddi manada hiçbir yaptırım uygulamadılar. Bir kısmı her zamanki gibi hamasi söylemlerden öteye gitmedi. Bazıları bunu bile dile getirmekten çekindiler. Bu konuda bazı Avrupa ve Afrika ülkelerinin bile gerisinde kaldılar. Müslüman halklara gelince, onlar da her ne kadar eylem ve etkinlik yapsalar da (yine Yemen’i hariç tutarak ifade ediyorum) yöneticileri harekete geçirecek tesiri oluşturamadılar. Bu konuda Avrupa’daki insanların birçok İslam ülkesinden daha ciddi tepkiler vermesini de ayrıca zikretmek lazımdır. Her ne kadar Avrupa’nın birçok şehrinde ve ABD’de halk nezdinde Filistin lehine İsrail aleyhine ciddi tepkiler ortaya konsa da bu durum onların yöneticilerine de tam anlamıyla tesir etmedi. Rusya’nın Ukrayna’yı işgalinde Avrupalı liderlerin o günlerde insanlık ortak paydasına dair söyledikleri acıklı ve duygu yüklü cümlelerini, söz konusu Filistin olunca duyamadık.
İkinci olarak meselenin insanlığa ve özellikle de Batı’ya bakan yönü şudur: Filistin meselesine tarihi açıdan bakıldığında ortada yaklaşık 75-80 yıldır süren sistematik bir zulüm ve işgal süreci olduğu görülmektedir. Mazlumun dinine, kimliğine bakmadan insanlık ortak paydasında birleşmek ve zulmü kim yaparsa yapsın tepki göstermek her şeyden evvel insan olmamızın gereğidir. Farz edelim İslam âleminde diktatör sistemler halkı sindirdiği ve şahsiyetlerini bozduğu için tepkisiz kaldılar. Bu mazereti kabul etmemekle birlikte doğruluk payı olduğunu söylemek lazımdır. Peki özgür ve hümanist olduğunu söyleyen Batı insanı, neden yıllarca bu zulme sessiz kalmış hatta çoğu zaman katil İsrail’i desteklemiştir? Gerçekten de Batı insanı bugüne kadar belki bu durumu ve kendi medeniyetinin değerlerini sorgulamadı. Ancak binlerce insanın (çoğunluğu çocuklar, yaşlılar ve siviller) dünyanın gözü önünde katledilmesi, belki de bu durumun sorgulanmasına, kendi içlerinde bir vicdan muhasebesi yapmalarına vesile oldu. Yöneticilerinin iki yüzlü tavırlarını ve Batı’nın değer yargılarının iflasını görenler gidişatı sorgulamaya başladılar. Bunun sonucunda İslam’ı merak edenler Kur’an okumaya, Filistinlilere bu onurlu duruşu kazandıran dini araştırmaya başladılar. Bir kısmı da Müslüman olduğunu ilan etti. Bu olay bize şunu gösterdi: Müslümanlar İslam’ın kendilerinden istediği şahsiyeti muhafaza eder ve bedelini ödemeyi göze alırlarsa, hayırlı ümmet olma sorumluluğunu da hakkıyla yerine getirirlerse (Allah’ın yardımıyla) tüm dünyada olumlu gelişmeler olacak, İslam Medeniyetine daha büyük adımlar atılacaktır. Rabbim Gazze’de mücadele eden kardeşlerimizin yardımcısı olsun. Onların imtihanını kolaylaştırsın ve bu olayı ümmetin uyanışına vesile kılsın.
- Emirdağ Lahikası, 2, Sözler Neşriyat, s. 108
- Furkan Nesli Dergisi, 139. Sayı, “Geldiğimiz Nokta: Avrupa 2021 İslamofobi Raporu -1” başlıklı yazı
- Ali Bulaç, Çağdaş Kavramlar ve Düzenler, İz Yayıncılık, s.32
- Mülk, 14
- Ronald Victor Courtenay Bodley: İngiliz Ordusu subayı, yazar ve gazeteci