100 yılı aşkın süredir bu topraklarda dindarlara baskılar yapılıyor. Bunun aksini kimse iddia edemez. Din ve dindarlar üzerinde çeşitli oyunlar oynanıyor. Osmanlı’nın son 15-20 yılından başlayarak düşünürsek, Abdülhamid’e, Vahdettin’e yapılanlar… Atılan iftiralar, çevrilen dolaplar, ittihad terakkinin entrikaları vs. vs. Daha sonra çeşitli devrimlerle gerçekleştirilen bozma, sindirme, yok etme çalışmaları… Neredeyse 10 yılda bir gerçekleşen direkt- dolaylı darbelerle, çeşitli kesimlerle beraber İslami duyarlılığı olan insanlara yapılan, fiziksel veya psikolojik baskılar; müdahaleler… 28 Şubat darbesi… Son 5 yıldır artan baskılar, engellemeler… Son 2 yıldır çeşitli bahanelerle yapılan kıyımlar… Son 6 aydır şiddetlenen zulümler… Ve son 2 aydır daha da hız verilen ‘cemaatleri bitirme’ projeleri…
Şartlar 5 yıl önceki, 6 ay önceki, hatta 2 ay önceki şartlar değil. Her gün baskının daha da arttığı, şartların İslami faaliyetler açısından zora girdiği durumları yaşıyoruz. Bu şartlar altında ne yapacağız; ne yapılabilir? Neleri yapmaya devam edeceğiz? Nelerden vazgeçeceğiz? Değişen şartlar neleri değiştirecek şartlar? Zor sorular… Zor tahliller… Zor kararlar… Ancak şeffaf olmanın gereği, konuşulması gereken mevzular... Gerek şartları değiştirenler, gerekse de bu şartlar altında İslam’ı yaşamaya ve İslam uğrunda mücadele etmeye çalışanlara, yani dosta- düşmana mesaj verilmesi gereken konular… Neden bu konuları konuşmayalım ki. Onlar bizi konuşuyor, onlar bizim üzerimizde oyunlar planlıyor ve bunu aleni ilan ediyorlar. Biz de bu durum ne getirir ne götürür bunları aleni konuşmalıyız diye düşündük…
VAZGEÇEMEYECEKLERİMİZ…
Hayatta, vazgeçilemeyecek değerler vardır. Ölsen vazgeçemeyeceğin… Hapsedilsen vazgeçemeyeceğin… Şartlar ne olursa olsun, ne yapılırsa yapılsın asla vazgeçemeyeceğin değerler… Değerlerinden vazgeçen bir insan, fikren ölmüş gibidir. Fikren ölmektense bedenen ölmek daha iyidir... İslam dini değerleri, idealleri olan bir dindir ve Müslüman da değerlerine bağlı idealist bir insandır. İşte bu değer ve idealleri bilmek ve onlardan asla vazgeçmemek lazımdır.
İslam’ın değerleri İslami hayat tarzıdır. İslami hayat tarzını oluşturan unsurlar da farzlar ve haramlardır. Müslüman, DİNİ YAŞAMA KONUSUNDA şartlar ne olursa olsun azimli ve kararlı olmak zorundadır. Farzlardan asla taviz vermemek, haramlara hiçbir durumda düşmemek mecburiyetindedir. Maalesef bizim ülkemizde bu konuda geçmişten beri ciddi hatalar yapılmıştır. Bugün aynı hataların başka sebepler bahane edilerek tekerrür ettiğini görmekteyiz. Geçmişte bazı menfaatler ve sözde maslahatlar elde etmek için farzlardan taviz verip, haramlara girenler, bugün de bazı zararlardan kurtulmak için bu tavizlerin verilebileceğini söylüyorlar. Geçmişte verdikleri tavizlerin kendilerini hem günahkâr ettiğini, hem zayıflattığını hem de esasında elde etmek istedikleri hiçbir menfaati gerçek anlamda kazandırmadığını görmek istemiyorlar. Çok acı tecrübeler edinmiş olmaları gerekirken, bu çok zararla elde edilen acı tecrübeleri dahi edinmediklerini, hala tavizlerle bir şeylerin olacağını düşündüklerini görüyoruz.
Esasında dinden taviz, bakış açısını bozan, ideallerden saptıran ve alışkanlık halini alan bir marazlı durumdur. Bu durum, hastalıklı bir yapı oluşturur. Böyle hastalıklı bir yapının bir gün patlamaması, dumura uğramaması, başkalaşım geçirmemesi ve sonunda çökmemesi mümkün değildir.
Kur’an bize, Mekke’de en zor koşullar altında bile ‘istediler ki sen onlara yumuşak davranasın…’1 ‘onlara itaat etme’2 buyurdu. Bu ayetler bugün, zor şartlar altında olan ve tavizlere zorlanan Müslümanların asla unutmaması gereken ayetlerdir. Her ne durum olursa olsun DİNDEN yani dinin hükümlerini yaşamaktan taviz vermemeliyiz. ‘Dinin hükümlerini yaşamak, kırmızı çizgimizdir’ deyip durmalıyız.
Peki şartlar olumsuza evrildiğinde ‘sadece dini yaşamak yeterli’ mi diyeceğiz. Yani ‘ben yaşayayım yeter’ diye mi düşüneceğiz. Eğitim ve davet-tebliğ konularında hiçbir şey yapmayacak mıyız? Bu konuda da Kur’an’a bakalım, Efendimiz’e bakalım… Kur’an’ın ilimle ilgili ayetleri ekseriyetle Mekke dönemine aittir. Burada mesaj açıktır: Hangi şartta, hangi koşulda olursanız olun, eğitime önem vermeye ve eğitimli bir topluluk olmaya dikkat edin! Dolayısıyla İslami eğitim ihmal edilmemelidir. Bu konularda diyanetin ve ilahiyat fakültelerinin yetersizliği ve yanlışları ortadadır; meşhurdur. Maalesef dini öğretmesi gereken bu kurumlar, dinin ne davasını ne de bizzat kendisini öğretmektedir. Buralarda Felsefe, hadis- mezhep düşmanlığı ve yüzünden Kur’an okuma dışında ne öğretilmektedir?
DAVET BİZİM ASLİ VAZİFEMİZDİR… Efendimiz Sallallahu Aleyhi ve Sellem’in 13 yıllık Mekke döneminde her türlü zulme, tehdide, engellemeye rağmen, gizli- açık, gece-gündüz davet görevini yerine getirdiğini görüyoruz. Dur- durak bilmeden, kimsenin kınamasına, hakaretine, tehdidine aldırış etmeden, var gücüyle davet ettiğini, insanlara mesajı ulaştırmak ve anlamalarını sağlamak için insanüstü bir gayret sarf ettiğini okuyoruz. Bazen yemek davetleriyle, bazen Safa tepesine çıkıp haykırarak, bazen panayırlarda yolun başında durup: ‘La ilahe illallah deyin felah bulun…’ diyerek, bıkmadan, usanmadan, moralini bozmadan, hakaretlere aldırış etmeden, özgüvenini ve ümidini kaybetmeden anlatmaya devam ediyordu. Panayırlarda, davet ettiği eşraftan olan kimseler öyle çok alay ediyor ve öyle tekliflerde bulunuyorlardı ki, üzülmemek elde değildi. Belki üzülüyordu ama davasının içinde yok olmuş olan gönlü, bu laflardan yorulmuyor, kulağında onların sözleri çınlamıyordu. Onun aklı- fikri, gözü- gönlü davasındaydı. Davet vazifesine hiçbir zaman, hiçbir koşulda ara vermedi. Efendimiz için mekânın hiçbir önemi yoktu. Ona lazım olan sadece insandı. Bir insan görmeye görsün, anlatır da anlatırdı. Taif’te taşlandığında, eli- yüzü- ayakları kanlar içindeyken, hem de Utbe- Şeybe’nin bağına sığınma zorluğunu yaşarken, köle Addas’a anlatıverdi. Şartlara takılmadı; belki doğru zaman bu zamandır, belki de Addas için en uygun ortam bu ortamdır dedi, geciktirmedi, anlattı. Medine’ye hicret edinceye kadar bir binası, bir mescidi olmadı; olamadı…
Yıllar önce bir köşe yazarı: ‘Eğer Efendimiz Mekke’de dini yaşayabilseydi, hicret etmezdi’ diye yazmıştı. Yani yaşamak yeterli, ‘davet imkânına sahip olmaya gerek yok’ ve bir de ‘dini hâkim kılmak için çareler aramaya gerek yok’ demek istemişti. Efendimiz Sallallahu Aleyhi ve Sellem Mekke’de, sadece namaz kıldığı için tehdit edilmedi, esasında insanlara TEVHİDİ anlatmaya yani davet faaliyetlerine devam ettiği için öldürülmeye çalışıldı. Çünkü anlatıyordu ve etkiliyordu... Çünkü ‘La ilahe illallah’ı anlayanlar, hayatlarını değiştirmekle beraber, haksızlıklara, adaletsizliklere sessiz kalmıyor, dünyayı da değiştirmeye çalışıyorlardı…
VE İSLAM MEDENİYETİ idealimizden asla vazgeçmeyeceğiz… Her insanın içinde yaşamak istediği bir medeniyet hayali vardır; olmalıdır. Bu bir idealdir. Ve meşru yollarla bu ideal uğrunda çalışma isteği anlayışla karşılanmalıdır. Ülkemizin de içinde bulunduğu Batı medeniyetinden, gerek kendi insanımız, gerekse de bu melun medeniyetin beşiği hükmündeki memleketlerin insanları mustariptir. Onlar bu mimsiz medeniyetten kurtulmak isterken, biz neden bu medeniyete razı olalım? Kendi dinimizin, kendi öz değerlerimizin tertemiz medeniyet projesi neden hayata geçmesin? Kim bunu istemez? Neden istemez? Asıl sorgulanması gereken bunlardır.
NASIL BİR CEMAAT?
Eski Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez, “Bir cemaat kendisini ümmetin bir tuğlası olarak görüyor ise elini öpmek lazım. Birliğe hizmet ediyorsa, tefrikaya girmiyorsa, İslam’ın kürsüsünü bölmek ve parçalamak için kullanmıyor ve dilini tekfir kılıcı olarak kullanmıyorsa saygı duymak lazım. Bizi birleştirecek adalettir, ahlaktır”3 dedi. Furkan Vakfının kurucusu ve hocası Alparslan Kuytul Hocaefendi daim ümmetin birliğini beraberliğini düşündü… Ümmetin ve ülkenin birliğini beraberliğini sağlamak için, çeşitli zamanlarda çeşitli konularda açıklamalarda ve uyarılarda bulundu.
•Tekfircilik ümmeti birbirine kırdırma projesidir dedi şiddetle reddetti. ‘Görevimiz kimseyi tekfir değil; davettir’ dedi.
• Şia’yı tekfir etmedi. Şii- sünni kardeşliğini vurgulayarak mezhep çatışmalarını önlemeye çalıştı. ‘Şiayla ehli sünnet arasında ihtilaflı mevzular vardır; bunlar, ilim meclislerinde, alimler tarafından konuşulup, tartışılmalıdır’ dedi.
•Türk- Kürt kardeşliğinin Kur’an’ın hakemliğinde gerçekleşeceğini, İslam’ın herkese verdiği haklar tesis edildiğinde kardeşliğin sağlanacağını ‘Kur’an hakem olsun; silahlar sussun; kardeşlik oluşsun’ sözleriyle haykırdı. Kürdistan kurma projelerini, ümmeti, bir parçaya daha bölmek olarak gördü ve ‘bu oyuna gelinmesin’ dedi.
•IŞID vs. gibi yapıların Amerikan projesi örgütler olduğunu, bunların İslamcı, heyecanlı gençleri çatışma bölgelerine çekip telef ettiğini söyledi. Özellikle bu örgütün ilk çıktığı günlerde - İslami kesimden kimse böyle söylemezken- yapılan tüm eleştirilere rağmen, hatta ölüm tehditlerine rağmen, gençlerimiz bunlara katılıp da boşu boşuna ölmesin diye büyük bir mücadele verdi.
•Her daim ümmetin ve ülkemizin menfaatlerini düşündü. Rus uçağı düşürüldüğünde ‘nasıl yaparsınız!’ dedi. Gerek Müslüman komşularımızla, gerekse de diğer komşularımızla sulh içerisinde yaşamamızı, düşman sayısını arttırmanın gücümüzü azaltacağını söyleyerek, siyasileri yüksek perdeden uyardı…
•Irak savaşında Amerika’ya destek veren hükümeti defalarca uyardı. ‘Iraklılar bizim Müslüman kardeşimiz, bu yaptıklarınızı nesiller boyu unutmazlar; kâfiri Müslümana tercih ederseniz Allah ile aranızda bağ kalmaz!’ dedi… 2 milyon insan öldü… Irak bitti… Ve Türkiye’nin Amerika’ya desteği unutulmadı, unutulmayacak…
•Yine Suriye meselesinde defalarca uyardı… Bunun bir bahar olmadığını, Suriye’deki ayaklanmaların sonuç getirmeyeceğini, Türkiye’nin Suriye politikasının yanlış olduğunu, yangına körükle gitmek olduğunu anlattı durdu. Dinlemediler… 1 milyon insan öldü. 10 milyon insan evinden- yurdundan- geleceğinden oldu; Suriye daha 50 sene belini doğrultamayacak derecede kayba uğradı.
•En az 5 yıldır da ‘cemaatleri bitirme projesi’ konusunda gerek hükümeti, gerekse de İslami camiayı uyarıyor! Hükümete ‘Sen bu cemaatler, tarikatlar vesilesiyle iktidar oldun. Bunların bitmesi, senin bindiğin dalı kesmendir. Böylece esasında seni de bitirmek istiyorlar’ diye uyarılarda bulundu. Cemaatlere de ‘Eğer sesinizi çıkarmazsanız sıra size de gelecek, bu dev piton yılanı hepinizi yutacak!’ diyerek uyarılarda bulundu…
Alparslan Kuytul Hocaefendi’nin yaptığı tüm bu ve buna benzer İslami ve kaygılı açıklamalar, ümmetin ve ülkenin birliğini muhafaza, tefrikayı önleme ve dertop olmamızı sağlama kaygısıyla yapılmış açıklamalardır. Bu açıklamalar bizi tekfirle, mezhepçilikle, ırkçılıkla, cemaat düşmanlığı ile bölmeye çalışanlara karşı, canhıraş bir mücadelenin ispatı niteliğinde tarihi açıklamalardır. İşte bu ümmetin ve ülkemizin menfaati için çalışan, konuşan, gece- gündüz dertlenen bir kanaat önderi ve âlim hapsediliyor. Esasında buradan şu anlaşılıyor ki, birileri ümmet de memleket de belini doğrultmasın istiyor…
Eski Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez ‘Böyle bir cemaat eli öpülesi bir cemaattir’ demişti. Alparslan Kuytul Hoca ve cemaati eli öpülesi değil midir?
Cemaatlere mercek tutanlar ve bu konuyu hakkaniyetli bir şekilde kritik edip değerlendirenler, belli şartlara haiz cemaatlerin kalması gerektiğini savunuyorlar. Bu şartlar, yerli- milli olma, denetlenebilir olma, eğitim konusunda hurafelerden arınmış, sahih kaynaklara dayalı İslami eğitim gibi şartlar… Bunların hepsi kabul edilebilir makul şartlardır. Yerel bir hareket olma, dış bağlantılı olmama topluma güven verecektir. Mali denetim elbette olmalıdır; zaten de olmaktadır. Ancak devlet bunu daha sıkı hale getirebilir; buna da hakkı vardır.
Ancak tüm bu makul şartların ötesinde, bir zihniyet var ki, bazı durumları bahane ederek, tüm cemaatleri, esasında tüm İslami faaliyet ve çalışmaları bitirmek istiyor. İslam’dan rahatsız bir zihniyet… İslami kesimin bu zihniyetle işi zordur…
Bir de bu ‘bitirme!’ projesini değerlendirirken, meselenin bir başka vechesi vardır; olabilir diye düşünmek lazım. ‘Allah dilerse bu dini facirin eliyle güçlendirir’4 hadisinin tecellisi… Facirin bir projesi, bazen Allah’ın projesinin bir ayağıdır. Allah Azze ve Celle, facirin eliyle de dinine sahip çıkanlara güç vermeye muktedir. Allah, layık olmayanları, adı var kendi yok olanları, defalarca mühlet verdiği halde durumlarını düzeltmeyenleri, çizgiden- hedeften sapmış olanları, mıymıntılığı din gibi anlatarak milleti dinden- imandan soğutanları, dini ve dindarları maddi menfaat elde etmek için kullananları, dini bozanları, kendi ikballerini dinin ve ümmetin istikbaline tercih edenleri, facirin eliyle yok etmeyi murad ediyor olabilir. Allahu a’lem.
1.Kalem Suresi, 9
2.Furkan Suresi, 52
3.https://www.youtube.com/watch?v=5P-8Rw6D0PM
4.Taberani