Bir davanın hedefine ulaşması ve bir nesilden diğerine aktarılması, o davanın mensuplarının fedakârlıklarıyla mümkündür. Uğrunda gereken fedakârlıkların yapılmadığı bir dava bitmeye mahkûmdur.
Fedakârlık; davanın mensuplarının o davaya olan inancını ve samimiyetini gösterdiğinden, davayı uzaktan takip eden insanları etkiler ve davanın insanlar tarafından anlaşılmasını kolaylaştırır. Çünkü genelde halkın siyasi ve kültür seviyesi ve meselelere bakış açısı davayı ve önemini anlayacak yeterlilikte değildir. Bir kısmı ise bunu anlayacak seviyede olsa da davaya ilgisi yoktur. Başarıya ulaşmak isteyen bir dava ise halkı arkasına almak zorundadır. Öyleyse dava, fikir âleminden, duygu âlemine taşınmalı ve insanların ilgisini çekmelidir. Halk kitleleri bir davanın ya da yolun önemini anlamak için fikir ve metoda bakmaktan ziyade, o davanın mensuplarının yaşayışına ve davaları uğruna yaptıkları fedakârlıklara bakar. Ona göre karar verir. Elbette bu, bir davanın doğruluğunu ispatlayan geçerli bir kriter olamaz. Çünkü uğruna nice fedakârlıkların yapıldığı ve nicelerinin öldüğü öyle davalar vardır ki bâtıldır. Fakat yine de bâtıl olmasına rağmen taraftar bulabilmesinde ve az da olsa nesilden nesile aktarılabilmesinde yapılan fedakârlıkların önemi göz ardı edilemez. Bütün bunlara binaen İslam davetçileri davalarını fedakârlıklarıyla ispatlamalıdırlar; çünkü hak dava ispatlanmaya diğerlerinden daha layıktır.
İslam davasının tarihine baktığımızda her sayfasının fedakârlık örnekleriyle dolu olduğunu görürüz. Tevhid akidesinin sapmadan, bozulmadan günümüze kadar gelmesi bu fedakârlıklar sayesinde olmuştur. Nuh Aleyhisselam’ın 950 yıl boyunca kâfire karşı tebliğinde, Eyyüb Aleyhisselam’ın şahsi bela ve imtihanlara karşı sabrında, Musa Aleyhisselam’ın annesinin, evladını sandığa koyup Nil’e bırakmasında, Meryem’in ailesinden ayrılıp mabede çekilmesinde gösterdiği fedakârlık, Tevhid akidesinin canlı kalmasında şüphesiz önemli bir rol oynamıştır. Başta peygamberler olmak üzere tüm İslam davasının önderleri ve mensupları kendilerine düşen vazifenin farkına varmış ve vazifelerinin gerektirdiği fedakârlık ne olursa olsun gözlerini kırpmadan yerine getirmişlerdir. Tevhid davasının büyük lideri, teslimiyet ve fedakârlığıyla çağlar üstü örnek Hz. İbrahim Aleyhisselam’ın hanımını ve çocuğunu kurak ve ıssız bir vadide bırakması da, şüphesiz davanın sürmesi açısından yapılması gereken bir vazifeydi. Bunu emreden, Hâkim olan Allah Azze ve Celle idi. Muhakkak bunda da nice hikmetler vardı. Hz. İbrahim Rabbini tanıyordu. “Teslim ol” emrini aldığında “Teslim oldum” demekle O’na çoktan teslim olmuştu. Emrin hikmetini kavradı. Sırf dava şirke bulaşmadan temiz ve saf haliyle sürsün, tertemiz oğlundan tertemiz nesiller ve sonra en temizi Muhammed Mustafa Sallallahu Aleyhi ve Sellem çıksın diye bunu yapması gerekiyordu. Ve vazifesini yerine getirdi. Hz. İbrahim bu şekilde Tevhid davasının yolcularına şu önemli mesajı veriyordu: “Bu dava için her türlü fedakârlığa değer. Bu dava aziz bir davadır. Nesil kurtulsun da varsın Hacerler, İsmailler feda olsun. Bu dava buna layık bir davadır.”
Dava adamı, bu muvahhitlerin başını çektiği uzun Tevhid kervanının yolcusudur. Vazifesi ise fedakârlık yapmaktır. Hangi asırda olursa olsun bu vazife değişmez. Dava dün olduğu gibi bugün de davası ve neslin kurtuluşu için her türlü fedakârlığı yapmaktan çekinmeyecek yiğitlere muhtaçtır. Dava adamı sakladığı, kalbinin kıyısında, köşesinde bıraktığı hiçbir şey kalmayıncaya dek her şeyini davası uğruna feda etmeye hazır olmalıdır. Çünkü bu dava, arkada gözü yaşlı analar bırakmaya, yardan-yârenden geçilmeye, en sevdiklerini feda etmeye layık bir davadır. Çünkü bu dava âlemlerin Rabbinin davasıdır. Bu davada kim neyini feda ederse etsin üzülmemeli, sevinmelidir. Benim de Allah yolunda feda ettiklerim var diye onurlanmalıdır.
Mesele Allah Azze ve Celle’nin ve O’nun davasının kalplerde hangi konumda olduğuyla alâkalıdır. Allah’a hakkıyla iman edip O’nu çok sevenler, O’nun davası uğrunda fedakârlık yapmaktan çekinmezler. O iman ve sevgi onları harekete geçirir ve fedakârlık yaptırır. Bunun tersi ise imanın ve sevginin olması gerektiği şekilde olmadığını gösterir. Çünkü Muhterem Hocamız’ın dediği gibi: “Harekete geçirmeyen, fedakârlık yaptırmayan iman, iman değildir.”
Feda etmesi gereken şeyleri Allah’tan ve O’nun yolunda cihaddan daha çok sevenler, hiçbir zaman fedakârlık yapamazlar. Kur’an ise böylelerini tehdit ederek “De ki: Eğer babalarınız, çocuklarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, aşiretiniz, kazandığınız mallar, az kâr getireceğinden korktuğunuz ticaret ve hoşunuza giden evler sizlere Allah’tan, O’nun Rasulü’nden ve O’nun yolunda cihad etmekten daha sevimli ise artık Allah’ın emri gelinceye kadar bekleyin. Allah fâsıklar topluluğuna hidayet vermez”1 buyurur. Bu ayet, O’nun yolunda cihad için her türlü fedakârlığa değeceğini ispatlar. Çünkü sonunda azaptan kurtuluş var. Azaptan kurtulmak için değmez mi?
Niceleri bu dava uğrunda sağlığını, güzelliğini, servetini verdi. Niceleri genç başladı, erken ağarttı saçlarını. Nice uykusuz geceler, dünyanın dar geldiği acılar, nice sabırlar uzandı semaya sessizce. Nice genç yiğitler ömrünün baharında canını sattı. Niceleri zengin girdi fakir çıktı. Değmez miydi?
Bu yolun yolcusu bilmelidir ki, Allah kendi uğrunda dökülen gözyaşlarını tek tek sayar, zâyi etmez. Verilen kuruşları katındaki bankada veren için arttırır. Yürek yangınlarını, yaşanan hüzün ve korku dolu günleri yarın ebedî hüznün ve korkunun olmadığı yerde dindirir. Selamet yurdunda engin şefkatiyle, merhametli bakışıyla nazar eder. Dava adamını yalnız ve yardımcısız bırakmaz. Kendi dostluğuyla yarasına merhem sürer. Feda ettiği, uğruna fedakârlık yaptığı Rabbidir. “Allah kuluna yetmez mi?”2
Allah her şeye şahittir. Feda edene de edilene de... Sahte dava adamlarının büyük laflar edip, iş kendi canına malına dayandığında nasıl davasını sattığına da başkasına ada deyip, kendisini adayamayanların davalarına ihanetine de… “Dava adamıyım” lafının kayığına binip, fedakârlık yapmadan, zahmet ve sıkıntıya katlanmadan sahile ulaşacağını zannedenler bilmeliler ki, bu kayık denizin ortasında alabora olacaktır!
Hakiki dava adamının ise sevdası davasıdır. Çünkü uğruna fedakârlık yapılabilecek daha büyük, daha kutsal bir sevda yoktur. Bu dava uğruna yapılan hiçbir fedakârlık pişmanlıkla sonuçlanmaz. Malların ve en önemlisi, uğruna başların konulduğu, canların er meydanında yiğitçe harcandığı bir dava asla mağlup edilemez. Bu davanın sancağı, fedakârların canları ve kanlarıyla yükselecektir.
1) Tevbe, 24
2) Zümer, 36