“Bilmediğin şeyin ardına düşme. Çünkü kulak, göz, kalp var ya, bunların hepsi konusunda sorguya çekileceksiniz. Yeryüzünde şımarıklık taslayarak yürüme. Çünkü sen ne yeri delebilirsin ve ne de boyca dağlara erebilirsin.”1
İşte bu kısa cümleler akıl ve kalp için mükemmel bir yol göstermektedir. Bu yol insanlığın yeni yeni ulaşabildiği bilimsel metodu da kapsamaktadır. Kalbin dürüstlüğünü ve Allah’ın kontrolünü buna ilave etmektedir. İşte bu da İslam’ı kuru akılcılık metotlarından ayıran en belirgin özelliktir! Bir haber, bir olay ve bir hareket hakkında kesin hüküm vermeden önce ciddi bir araştırma yapılması Kur’an-ı Kerim’in çağrısı gereğidir ve İslam’ın hassas metodunun gereğidir. Kalp ve akıl bu yol üzere hareket ettiğinde artık inanç dünyasında kuruntulara ve saçmalıklara meydan verilmez. Hüküm, yargı ve sosyal ilişkiler dünyasında tahmine ve şüphelere yer verilmez. Araştırma, deneyim ve bilim dünyasında yüzeysel hükümlere ve kuruntuya dayalı teorilere meydan verilmez.
Modern çağda insanların bilime kazandırmış olduğu saygınlık ve güven, Kur’an’ın kendisine bağlanılmasını istediği akli ve kalbi saygınlık ve güvenin bir parçasından başka bir şey değildir. Kur’an bu akıl ve kalbe verdiği güven ile insanı kulağından, gözlerinden ve kalbinden, kulağı, gözü ve kalbi veren Allah’a karşı sorumlu tutar. Bu, organların, duyguların, aklın ve kalbin güvenidir. İnsan bu emanetten sorumludur. Organlar, duygular, akıl ve kalbin tamamı ondan sorulur. Bu öyle bir emanettir ki, insan ne zaman bir söz söylese, bir olayı anlatsa, bir kişi veya olay veyahut iş hakkında hüküm verse vicdanı onun dikkati ve büyüklüğü karşısında tir tir titrer.
“Bilmediğin şeyin ardına düşme.” Kesin bir şekilde bilmediğin ve sağlıklı olduğunu kesin tespit etmediğin şeylerin ardına düşme. Bu söylenen bir söz, aktarılan bir haber, yorumlanan bir olay, sebepleri belirlenen bir realite, şer’i bir hüküm veya inançla ilgili bir mesele olabilir. Bir hadiste buyruluyor ki: “Zan ile hüküm vermekten sakınınız. Zira zanda bulunmak sözlerin en yalanıdır.”2 Ebu Davud’un Sünen’inde yer alan bir hadiste ise, “İnsanın en kötü bineği zannı ölçü almasıdır” buyurulmuştur. Yine başka bir hadiste: “Yalanların en kötüsü kişinin gözleriyle görmediğini onlara gördürmesidir” buyurulmuştur. İşte bu şekilde ayetler ve hadisler bu eksiksiz mütekâmil metodu yerleştirmek üzere yoğunlaşmaktadırlar. Bu eşsiz metod aklı tek başına hükümlerini belirlemede, araştırmalarını sağlamlaştırmada ölçü olarak almaz. Aklın yanında kalbin düşüncelerini, direktiflerini, duygularını ve hükümlerini de değerlendirir. Olayın bütün birimleri ve bütün sonuçları kesin biçimde ortaya çıkarılıp sağlıklı sonuca varılmasını engelleyen her türlü kuşku ve tereddüt ortadan kaldırılmadan önce dil, tek bir söz söylemez. Tek bir olay aktarmaz. Tek bir rivayet nakletmez. Akıl hiçbir konuda, hüküm vermez ve insan hiçbir işte kesin çözüme kavuşmaz.
“Bu Kur’an en doğru yola iletir.” Gerçekten de öyledir ve doğrudur.
“Yeryüzünde şımarıklık taslayarak yürüme. Çünkü sen ne yeri delebilirsin ve ne de boyca dağlara erebilirsin.” İnsan, kalbini bütün kullarına egemen olan yaratıcı bilincinden boşalttığı zaman elindeki serveti, iktidarı, kuvveti veya güzelliğiyle övünme, böbürlenme hissine kapılır. Eğer elindeki tüm nimetlerin Allah tarafından kendisine verildiğini, Allah’ın gücü karşısında çok zayıf olduğunu hatırlayıp anlayacak olsa büyüklük taslaması söner, böbürlenmesi iner. Yeryüzünde şaşkın ve şımarmış bir şekilde değil, olgun bir şekilde gezinmeye başlar. Kur’an-ı Kerim bu kendini beğenmiş, üstünlük taslayan, gururlu insanı zayıflığı, acizliği ve basitliğiyle yüz yüze getirir.
“Sen ne yeri delebilirsin ve ne de dağlar kadar yükselebilirsin.”
İnsan bedeni itibariyle çok zayıf, çok cılızdır. Allah’ın yaratmış olduğu büyük kütlelere ulaşamaz. O ancak Allah’ın kuvvetiyle güçlüdür. Allah’ın ona verdiği üstünlük sıfatıyla üstündür. Allah’ın kendisine üflediği soluk ile onurludur. İnsan ancak bu ruh vasıtasıyla Allah’la iletişim kurabilir. O’nun gözetimi altında olduğunu hissedebilir ve ancak bu şekilde O’nu unutmayabilir. Kur’an’ın kendisine çağırmış olduğu kibir ve böbürlenmenin ortadan kaldırılmasıyla oluşacak alçak gönüllülük ve olgunluk, insanın Allah’a karşı ve insanlara karşı edebini takınması ile gerçekleşecektir. Bu hem psikolojik hem de sosyal bir edeptir. Ancak kalbi dar, uğraşıları basit olan kof insanlar, bu edebi bırakıp böbürlenmeye ve kendini beğenmeye saplanabilirler. Böyle kimselerin şımardığından ve nimetini inkâr ettiğinden dolayı Allah’ın sevmediği gibi, kabardığı ve üstünlük tasladığı için de insanlar sevmezler.
Bir hadiste buyuruluyor ki: “Kim Allah için alçak gönüllülük yaparsa, Allah onu yükseltir. O kendi içinde basit bir insandır. Fakat insanların katında büyük bir insandır. Kim de büyüklük taslarsa, Allah onu alçaltır. O kendi içinde büyüktür. Fakat insanların katında basit birisidir. Hatta o bu haliyle insanlara göre köpekten ve domuzdan daha adi bir yaratıktır.”3
Çoğunluğu kötü işler ve sıfatların yer alması ile ilgili olan bu emirler ve yasaklar, Allah’ın bu kötü sıfatlardan hoşlanmadığının ilan edilmesiyle sona ermektedir.
- İsra, 36, 37
- Buhari, Müslim
- Müslim, Tirmizi