Esmâ’ül Hüsnâ

El-Adl

Paylaş:

“Ey iman edenler! Kendiniz, anne-babanız ve yakınlarınız aleyhine bile olsa, Allah için şahitler olarak adaleti ayakta tutun.”1

                Rabbimizin bu ismi şerifi kelime manası olarak; “çok adaletli, bütün icraatları hak ve adalet üzere olan,  her hak sahibine hakkını veren ve haksızları cezalandıran” manalarını içermektedir. Rabbimiz Teâlâ’nın bu sıfatı gereği kâinat bütün varlıklarıyla birlikte ölçü altına alınıp dengelenmiş, canlı cansız her şeye en güzel vaziyet verilmiş, her varlığa layık olduğu ölçüde varlığını devam ettirme hakkı tanınmıştır.  Rabbimiz sonsuz adaletini göstermek için emrine itaat edenleri mükâfatlandırırken, dünya hayatında yaratıcısının koyduğu kuralları tanımayanları da Mahkeme-i Kübra’da cezalandıracaktır.

                İnsan kâmil değildir. Hem kusurludur hem acizdir. Daima gaflet, nisyan,  korku, hırs gibi duygular taşır. İnsandaki bu gibi duygular onda ahlakî güzelliklerin tam olarak oluşmasına engeldir. Bu yüzden insanlar gerçek manada adâleti sağlayamazlar. Nice zamanlar adaleti eşitlik zannederler oysa adâlet eşitlik değil, hak sahibine hakkını vermektir.

                Her ikisinin farkını bir misalle anlatacak olursak; biri antrenmanlı, diğeri antrenmansız iki kişiye 50 kg. ağırlığında halter versek bu eşitliktir fakat adalet değildir.  Çünkü bu durumda antrenmansız olan kişiye haksızlık yapılmış olur. Adâlet ise ya ikisinin de antrenmansız olmasını ya da halter ağırlığının kişilerin durumuna göre değişmesini gerektirmektedir. Yani herkes hak ettiği ile muamele görmelidir.  Allah Azze ve Celle kullarına karşı eşit muamele eden değil, adâletle davranandır.

                Allah’ın kanunlarının icra edildiği bir dönemde her insan adaletle muamele görmüştür. Tarih böyle mükemmel bir muameleye gerek Peygamberimiz Sallallahu Aleyhi ve Sellem döneminde, gerek dört halife döneminde, gerek Osmanlı’nın belli dönemlerinde şahitlik etmiştir. Ama insanlar ne zaman ki dünyaya neden gönderildiklerini, hayatın her alanında imtihana tabi tutulduklarını unuttular, işte o zaman yeryüzünde adaletsizlik ve haksızlık zuhur etmeye başladı.

                Hâlbuki insan hikmetle ve biraz da vicdanla düşünecek olsa; şu canlılardaki adâlet bir ‘Adl’ sıfatına sahip olan varlığın olmasını gerektirmektedir. Üstad Bediüzzaman bu konuyu Haşr Risalesi’nde açıklarken; “Hiç mümkün müdür ki, bir saltanat, bahusus böyle muhteşem bir saltanat hüsn-ü hizmet eden muti’lere mükâfatı ve isyan edenlere mücazatı bulunmasın? Burada yok hükmündedir. Demek başka yerde bir Mahkeme-i Kübra vardır” diyerek dünyanın gidişatına dikkat çeker.

                Elbette ki Allah bu iki farklı insana aynı şekilde muamele etmeyecektir ki Peygamberimiz Sallallahu Aleyhi ve Sellem de Ebu Hureyre Radıyallahu Anh’dan gelen rivayette şöyle buyurmaktadır:  “Kıyamet günü hak sahiplerine haklarını mutlaka eda edeceksiniz. Öyle ki kabış (boynuzsuz) koyun için, boynuzlu koyundan kısas alınacak, taşa (niye bir başka) taş üzerine yüklenip kaldığından; adamın adamı niye yaraladığından sorulacak.”2

                Demek ki; Allah’ın bu dünyada vermemesi adâletsiz olduğundan değil, adaleti icra için ahirete ertelediğindendir. Rabbimiz Teâlâ’nın her kanunu, her uygulaması adalet gereği ise kul da Allah’ın ahlâkıyla ahlâklanmalı, bu konuda Peygamberimizin hayatından örnekler okuyarak kendi eksiklerini telafi etmeli ve geçici dünya hayatında insanların haklarını gasp ederek zulme girmekten her dem kaçınmalıdır.

1-Nisa, 135

2-Müslim, Birr 6