Yüzyıllarca aradan sonra Allah Azze ve Celle’den insana ilk ulaşan haberin ve aynı zamanda ilk emrin “oku” olması bu dinin okumaya ne denli önem verdiğini göstermesi açısından yeterli bir delildir aslında… Cahiliye çağının koyu karanlığı ancak bu parlak emirle aydınlanabilirdi; çünkü bu çağ ne vahyi okuyabilmiş ve ne de kendisine okuyan olmuş, bu nedenle kafası örümceklenmiş ve kalbi kararmış bir çağdı. Aydınlanabilmek için en başta ve en çok yapmaları gereken fiil okumaktı. İşte bu sebeple ilk emir ne namaz ne zikir ne de başka bir şey oldu. Çünkü insan bunları da ya kendisi okuyarak ya da bir okuyandan/bilenden dinleyerek öğrendiğine göre işin başı okumaktı. Bir istisna olarak okuma-yazma bilmediği halde toplumunu okuyan, yapılan yanlışları en doğru şekilde tahlil edebilen ve bu nedenle oldukça aydın olan yüce Peygamber, ilk emri aldığında şaşırdı ve: “Ben okuma bilmem” dedi. İstenen cevap bu olmadığı için melek, Peygamberi silkelercesine sıktı ve tekrar etti: “Oku.” Ömründe hiç okumamış her insanın diyeceğini dedi Peygamber ve yineledi: “Ben okuma bilmem.” Elbette Allah Azze ve Celle bunu biliyordu. Melek tekrar ve daha kuvvetlice sıkınca hiçlik makamından konuştu Peygamber. Çünkü artık hali kalmamıştı. Teslimiyetle sordu: “Ne okuyayım?” Demek ki öğrenme kabiliyetine sahip olanlar bilgiye muhtaç olduklarının farkında olanlardır. İnsan öncelikle cahil olduğunu ve ne kadar bilirse bilsin bildiklerinin bilmediklerinden çok daha fazla olduğunu kabul etmelidir. Hiç bir kitap kendini bilgiden müstağni görenlere kapılarını açmaz. Ve okumamanın hiçbir geçerli mazereti olamaz. Bu sorunun cevabı olarak “Yaratan Rabbinin adıyla oku” vahyi ile önce okumaktaki gayenin ne olması gerektiği öğretildi ve bundan sonra yirmi üç yıl boyunca Peygambere okumadan okutturuldu. Ve bu şekilde karanlık çağlar okumakla aydınlığa kavuştu. Böylelikle “karanlıkları aydınlatabilmek için hangi eylemle işe başlanmalıdır?” sorusu da en doğru şekilde cevabını bulmuş oldu.
Bugün Peygamberi gibi toplumun derdine düşüp, toplumunu kurtarmak isteyen davetçiler bir kandil gibi toplumlarını aydınlatmak istiyorlarsa işe okumakla başlamak zorundadırlar. Okumak karanlığa ve cehalete karşı yapılan en güzel eylemdir. Ve aydınlanmayan aydınlatamaz. Okumayan insan ise karanlıktan kurtulamamıştır. O halde davetçi sormalıdır: “Ne okuyayım?”
İnsan öncelikle kendisini yaratan Rabbi hakkında bilgi sahibi olarak cehaletten kurtulmalıdır. Kendisini, yaratanını tanımayan insan dünyanın bütün ilimlerini öğrense bile cahil kalmış demektir. Bu açıdan okumak her insan için önemlidir fakat davetçi açısından daha fazla önemlidir. Çünkü onun insanlığı kurtarmak gibi bir iddiası ve davası vardır. O halde öncelikle, uğruna davetçilik yaptığı Rabbini tanımaya ve anlamaya herkesten daha çok muhtaçtır. O’nu anlamadan davasını gütmesi mümkün değildir. Hem, uzun ve çile dolu bir yol olan davet yolunda ilerleyebilmek için gereken destek ve ilgi ancak Rabbinden gelecektir. Öyle ki, davetçinin bu büyük dertlerin ortasında Rabbinden başka kimsesi yoktur. O’nu tanıyıp, sevmeden O’nun yolunda zorluklara katlanması mümkün değildir. İnsanın Rabbini tanımasının yolu okumaktan başka ne olabilir?
Davetçi sadece Rabbini değil kendini tanımaya da herkesten daha fazla muhtaçtır. Normal bir insanın hastalanması kötüdür, ya doktor hastalanırsa hangi hastaya derman verebilir ya da hangi hasta, hasta doktorun ilacına güvenebilir? Davetçi kendini tanımalı, zaaf ve hastalıklarını teşhis etmeli ve ne pahasına olursa olsun tedavi etmelidir. Aksi takdirde riya, makam sevgisi, kıskançlık, kibir gibi hastalıklar davetçinin hem kendisine, hem de çevresine zarar vermesine neden olacaktır. Davetçi hakiki bir okumayla kendini iyice okumalıdır. Böylece yavaş – yavaş kendi nezdinde insanı tanıyacak, insanın ne demek olduğunu, başını ve sonunu, yaratılışında neler saklı olduğunu anlayacaktır. İnsanı tanıma olgunluğuna erişmiş bir davetçinin muhatabına yaklaşımı isabetli ve dengeli olacaktır. Çünkü insan denen varlığa yüce bir nazarla bakarak, daha hoşgörülü ve merhametli olabilecek ufak-tefek hataları büyütmemeyi başarabilecektir. Diğer taraftan insanın varlık âlemindeki kıymetini çözerek her bir insana ayrı-ayrı değer verecektir. Her insan onun geniş yüreğinde kendine ayrılmış bir yer bulacak, kendisinin hidayetinin istendiğini hissedecektir. Bütün bu faziletleri kazanmanın ilk ve en etkili yolu elbette okumaktır.
Okumaya kendinden başlayan davetçi yönünü kâinata çevirmeli ve küçük bir parçası olduğu kâinatı merak edip inceliklerini okuyarak öğrenmeli ve bu bilgilerle tefekkür etmelidir. Bu amaçla ayetlerin ışığı altında okuyacağı kâinat kanunları ve bir takım bilimsel veriler onun imanının artmasına vesile olacak, aynı zamanda yaşadığı kâinattan haberdar olmasını sağlayacaktır. Bu yönüyle davetçinin maddi ilimleri öğrenebilmek için mümkünse okulunu okuması, okumasa bile bu konuda bilgi ve kültür seviyesini yükseltmesi topluma hitabının kolaylaşması açısından önemlidir. Hakikatte bütün ilimler Allah’ın adıyla okunduğunda insanı Rabbine götürür. Ve bugün İslam âleminin aydın âlim vasfına sahip davetçilere ihtiyacı vardır. Bu davetçiler bir yönüyle âlim (tefsir, fıkıh, hadis, akâid gibi İslami ilimleri okumuş ve (bazıları için) uzmanlaşmış) bir yönüyle aydın (maddi ilimlerde gerekecek kadar bilgi sahibi, yaşadığı çağı bilen, toplumunu tanıyan) olmadır. Davetçi kitlesel bir değişimi başarabilmek için yaşadığı toplumu ve diğer toplumları tanımalıdır. Toplumların ne ile bozulacağını ve düzelmesinin ne ile gerçekleşeceğini bilmeyen bir davetçi, toplumu değiştirmede yanlış yöntemler kullanacak ve başarılı da olamayacaktır. Toplum psikolojisini bilmek davetçi için bir mecburiyettir. Bu doğrultuda davetçi geleceğe yön verebilmek için geçmişi de okumalıdır. Dününü bilmeyenin yarını kurtarma adına hiçbir fikri olamaz. Davetçi yalansız ve objektif kaynaklardan öncelikle İslam’ın sonra da toplumunun tarihini okumalıdır. Bu şekilde her iki yönde kendisini yetiştiren bir davetçi çift kanatlı kuş gibidir. Tek kanatla uçmanın mümkün olmadığı bir gerçek… Ne aydın olmayan âlim ve ne de âlim olmayan aydınlar toplumlarına yön veremezler.
“Ne okuyayım?” diyen davetçinin bütün bunları öğreneceği kaynak Kur’an-ı Kerim’dir. Kur’an bütün ilimlerin başı ve temelidir. İnsanın kendisini ve yaratanını Kur’an’sız doğru tanıması mümkün değildir. Toplumu ve toplumları doğru tanımak da ancak Kur’an’la mümkündür. Öyleyse davetçinin Muhterem Hocamızın da ifade ettiği gibi: ‘En çok okuduğu, en çok anlattığı ve en çok alıntı yaptığı kitap Kur’an olmalı ve hiçbir kitap Kur’an’a perde yapılmamalıdır.’ Kur’an’ın önüne geçirilebilecek nitelikte bir kitap yoktur. Çünkü ne kadar önemli bir içeriğe sahip olursa olsun bütün kitaplar beşeridir. Kur’an ise ilahîdir. O halde ‘bütün kitaplar tek bir kitabı anlamak için okunmalıdır’ diyen doğru söylemiştir. Ve bu nedenle ‘ne okuyayım?’ diyen yüce Peygambere ‘Yaratan Rabbinin adıyla oku’ denilerek vahye işaret edilmiş ve bütün okumaların Allah için, Allah adına olması istenmiştir. Okumanın manası Allah için olunca ortaya çıkar. Okumaktan maksat kuru bir bilgi deposu haline gelmek değil, insanın kendisini ve toplumunu yüce değerlere ulaştırmasıdır. Allah için olmayan okumalar ise bu amaca hizmet edemeyecektir. Bugün bilimde ilerlemiş olan batı toplumunun insanlıkta hangi derecelerde olduğunu herkes bilmektedir. O halde okumalı fakat Allah için ve O’nun yolunda…
Kitap okumaya önem vermeyen, fakat her ne şartta olursa olsun üniversite okunmasını isteyen toplumumuzda, okumanın gayesinin ne olduğu unutulmuştur. Bugünkü okumalar ‘Yaratan Rabbinin adıyla’ değildir maalesef. Bazıları ise okumanın Allah’ın emri olduğunu ve ilim öğrenmenin farz olduğunu söylemekte ve bu farzı yerine getirebilmek için başörtüsünü açmakta bir beis görmemektedir. Hâlbuki öğrenmenin farzı ayn olduğu ilim, özellikle ilmihal gibi İslamî ilimlerdir. Beşerî ilimlere farzı ayn diyen hiçbir âlim yoktur. Bu ilimleri öğrenmek dinimizde farzı kifâyedir. Yani bazılarının yapmasıyla diğerlerinden sorumluluk kalkar. Bu ilimler farzı ayn olsaydı bile, bir emri yerine getirmek için bir harama girmek caiz olmadığından kişi bu şekilde okuyamazdı. Çünkü İslam’da haramı işlememek, farzı yerine getirmekten önce gelir. Öncelikle farzı ayn olan fıkhî ilimleri bile öğrenmemiş olanlar elbette bunları bilemezler. ‘Başını açabilirsin’ diyen hocalar da neye dayanarak bu fetvayı verdiklerini göstermelidirler. Maksat dine uymaksa dinin görüşü bellidir, dini kendi görüşüne göre yorumlamak ise Allah katında sorumluluğu ve cezası büyük bir iştir. Bu fetvaları verenler bunun sorumluluğunu kaldırabileceklerse vermeli yoksa en azından susmalıdırlar. Kaldıramayacakları yüklerle kendilerini tehlikeye atmamalıdırlar.
Özetle; davetçi Allah için, Allah adına, Allah yolunda okumalı… Okumalı… Yine okumalıdır. Ta ki maksuduna erişinceye ve Rabbine kavuşuncaya kadar.