Merhum Elmalılı Hamdi Yazır’ın Kaleminden;
“Şayet kullarım, sana benden soracak olurlarsa, gerçekten ben onlara pek yakınımdır. Bana dua edince, dua edenin duasına icabet ederim. O halde onlar da benim davetime koşsunlar ve bana hakkıyla iman etsinler, umulur ki doğru yolu bulmuş olurlar.”1
DUA: Esasen davet gibi çağırmak manasına masdardır. Sonra küçükten büyüğe, aşağıdan yukarıya meydana gelen talep ve niyaz manasına âdet olmuş ve isim olarak da kullanılmıştır ki; ‘dua dinledim, dua okudum’ denir. Duanın hakîkati, kulun, şanı yüce olan Rabbinden mütevâzi bir şekilde medet, ihtimam ve yardım dilemesidir.
Duadan maksat bildirmek değil, kulluk göstermek, tevazu ve alçak gönüllülük arz ederek müracaatta bulunmaktır. Maksat bu olunca, kaza ve kaderine rıza ile beraber Allah’a dua etmek, insanlık hissesini tercih değil; Allah’ın kudretine her şeyden fazla saygı duymaktır. Bu da en büyük makamdır. Cebrail’in ve Hz. İbrahim’in zikredilen sözleri de yerine göre duanın en beliğ olanıdır. İstenenin açıkça ifade edilmesi, duanın zaruretlerinden değildir. Zaman olur ki edep ve yerini bilen huzur ehli için hâl, sözden daha edepli olur. “Ey Rabbim huzurundayım, hâlim sana malum” demek, söyleyenin makamına, kalbinin doğruluk ve ihlâs derecesine göre en belağatlı dualardan daha belağatlı olur. Daha doğrusu dua açık olduğu gibi kinaye ve îma ile de olur. Bu bakımdandır ki ikram sahibi ve çok cömert olan Allah’a karşı hamd ve övgü arz etmek, duayı da içine alır. Bu sebeple: “Duanın en üstünü, Allah’a hamd olsun, demektir.” buyrulmuştur.
Kader önceden yazılmışsa da Cenab-ı Allah her şeyden öncedir. Bu mana iyi düşünülünce anlaşılır ki kadere mahkûm olan Allah değil, yaratıklardır. Kaderler önce ise, Cenab-ı Allah da kaza ve kaderden öncedir. Dua, bu önceliği ikrar ve itiraf olduğu için kulluk makamlarının en önemlisidir. Bize gelince, Allah Teâlâ’nın ilmi, kaza ve kaderin niteliği, akıllarımızın dışındadır. Kaderin sırrı meydana gelmesinden önce bilinemez. Bu şekilde Allah’ın hikmeti, kulun ümit ile korku arasında koşup korunmasını gerekli kılmıştır. Ümit ve arzu başarının sebebi, korku ve çekinme başarının düzenleyicisidir. Yaşamak bu iki özelliğin dengesidir. Varlıkla yokluk arasında dönüp dolaşan mümkünün mahiyeti de budur. Bunun için Allah’ın ilmi hepsini kuşatmıştır. Allah’ın kaza ve kaderi herkes için geçerli olmakla beraber sorumluluk da doğrudur. Biz hem kanunsuz yaşamadığımızı biliriz hem de iradenin ve azmin bir kanun olduğunu biliriz. Ümit ve korku, talep ve azim kanunlarının birisi de duadır. Bütün olaylar sebeplere bağlı ise, dua da o sebeplerden biridir.
Rabbimizin kulunun dua ile yaklaşmasını sevdiğine dair; “Bana dua ediniz ki size icabet edeyim.”2 “Rabbinize yalvara yalvara ve için için dua ediniz.”3, “De ki: Duanız olmasa Rabbim size ne kıymet verir?”4, “Hiç olmazsa böyle şiddetimiz geldiği zaman bâri yalvarsaydılar. Fakat onların kalpleri katılaşmıştır.”5 gibi nice ayetler vardır. Ve bunların sonuncusu da gösteriyor ki Allah(c.c), dua edip istemeyenlere gazap eder.
“Kullarım sana benden sordukları zaman...” ayetinin cevabında, doğrudan doğruya “Ben yakınım” buyrulmuş, vasıta kaldırılmış, yakınlık da duaya icabetle açıklanmıştır ki bunda büyük bir incelik vardır. Cenab-ı Allah, duada kulu ile kendisi arasına bir vasıtanın girmesini istemiyor ve sanki diyor ki: “Dua vaktinde kulum ile benim aramda vasıtaya ihtiyaç yoktur.”
“Ben yakınım” buyrulup, “kullarım bana yakındır” buyrulmaması da gayet anlamlıdır. Çünkü kul, varlığı mümkün olduğundan, kul olması yönüyle yokluğun merkezinde ve faniliğin en aşağı noktasındadır. Bunun Hak Teâlâ’ya bizzat yaklaşması mümkün değildir. Bu bakımdan yakınlık kul tarafından değil, Allah tarafındandır. Şimdi bu iki nükte düşünülürse şu gerçeğe erilir ki; dua eden kimsenin gönlü, Allah’tan başkasıyla meşgul olduğu müddetçe gerçekten dua etmiş olmaz. Allah’tan başka şeylerin hepsinden uzak olduğu vakit de Hakk’ın birliğinin marifetine dalar. Bu makamda kaldıkça kendi hakkını düşünme ve insanlık nasibini talepten kaçınır, bütün vasıtalar kaldırılır ve o zaman Allah’ın yakınlığı hâsıl olur. Çünkü kul, kendi arzusuna yönelik olduğu sürece Allah’a yaklaşamaz, o arzu engelleyici bir vasıta olur. Bu kaldırıldığı zaman ise: “Ben işimi Allah’a bırakıyorum. Şüphesiz ki Allah kullarını görür.”6 ayetindeki havâle, tam bir samimiyetle ortaya çıkmış bulunur. Göz, Hakk’ın gözü olarak görür; kulak, Hakk’ın kulağı olarak işitir; kalp Hakk’ın aynası olarak bilir, duyar, ister. O zaman milyonlarca sebeplerin, asırlarca zamanların yapamadığı şeyler, Allah’ın dilemesi hükmüyle, “ol” demekle oluverir.
İşte dua, böyle bir yakınlık vasıtasıdır ve dolayısıyla ibadetlerin en üstünüdür. Nitekim Peygamber (s.a.v.) Efendimiz: “Dua, ibadetin iliğidir.” buyurmuştur. Diğer bir hadis-i şerifte ise: “Dua ibadetten ibarettir.” diyerek: “Bana dua ediniz ki, size icabet edeyim.” ayetini okumuştur.
Dikkat edilirse görülür ki duayı önemsemeyenler, ibadeti önemsemeyenlerdir. Bunlar ise Allah’ın yakın olduğunu ve duaya cevap verdiğini bilmeyen ve hatta Allah’a ortak kabul edenlerdir. Bunlar, Hakk’a yalvarmaktan kaçınırlar da yaratıkların takdirine kavuşmayı cana minnet bilirler.
İşte Cenab-ı Allah bu konudaki bütün şüpheleri defetmek ve kullarını irşad için duanın önemine ve oruç hâlinin, buna en uygun bir hâl olduğuna işaret ederek oruç emrinden sonra Peygamberine buyuruyor ki:
“Kullarım sana benden sorarlarsa ben yakınım, bana dua ettiği zaman, dua edenin duasına cevap veririm. Öyle ise onlar da benim emirlerime candan icabet edip, tutunsunlar. Ve bana inansınlar, orucun faziletleri hakkındaki açıklamalarımı tasdik etsinler ki rüşdlerine ersinler, doğruca arzularına kavuşabilsinler.”
Büyüklerin büyüğü, âmirlerin âmiri, hâkimlerin hâkimi olan Allah Teâlâ ise, ululamaya ve şükretmeye en lâyık olan mutlak büyüktür. Bilinmekte olan deyiş ile her yerde hâzır ve nâzır, yaratıklarının her türlü ihtiyacını çabucak yerine getirmeye kâdir ve onlara, kendilerinden daha yakındır. “Bana dua ettiği vakit dua edenin duasına icabet ederim.” diye ayrıca bir icabet vâdinde de bulunmuştur.
İşte o büyük Allah’tır ki kullarına ve sırf kullarının menfaati hesabına birtakım hükümler koymuş ve bu konuda oruçla ilgili emirler vermiştir. Allah, o yücelik ve büyüklüğü ile kendini kullarından uzak tutmaz ve taleplerine icâbet ederse, âcizlik ve yokluk içinde koşan kulların, O’nun emirlerine icâbet ve candan sarılıp itaat etmelerinin lüzumu, edep ve ahlâk açısından öncelikle sabit olacak bir farz teşkil eder. Hatta sadece ahlâk değil, akıl ve menfaatin gereği olan bir rüşd ve doğruluk olur.
Bu bakımdan ancak Allah’a ve hükümlerine iman ile icâbet ve itaat edenlerdir ki; akıl ve rüşdlerini ispat etmiş olurlar ve arzularına doğruca erebilirler. Yüce Rabbimiz bizleri de kendisine münacât edebilenlerden ve rüşdüne erenlerden eylesin.(Amîn)
1-Bakara 186
2-Ğâfir 60
3-A’râf 55
4-Furkan 77
5-En’âm 43
6-Ğâfir 44