Haksız bir şekilde tutuklu bulunan Alparslan Kuytul Hocaefendi’yi ziyaret eden Av. Alişan İnci’nin kaleme almış olduğu “Mahkeme Güncesi”ni siz değerli okurlarımızla paylaşıyoruz.
28 Mayıs 2022
“Özgürlüğün ellerini kelepçelemişler İbrahim. Nidası kıtalar dolaşmış.”
Adana’dan başlayan yolculuğum 1000 km uzaklıktaki Patnos L Tipi Cezaevinde son buluyor. Ailesinden, yaşadığı şehirden 1000 km. uzağa gönderilmiş, tutsaklığın yanında bir de sürgün edilmiş bir insanı ziyarete gidiyorum. Kendisiyle birlikte ailesi ve sevenleri de cezalandırılmış bir insanı…
26 Mayıs günü ziyaret ettim Alparslan Hoca’yı. Yaklaşık 4 saat görüştük. Benim açımdan çok verimli bir sohbet oldu. Yapılan kumpası, siyasi tutuklanmayı, hukuksuzluğun dik alasını saymazsak 40 yılını İslami faaliyetlerle ve ilmi çalışmalarla geçirmiş bir insanla baş başa 4 saat geçirmiş olmak benim yaşımda birisi için büyük bir nasip diye düşünüyorum.
Sabah saat 10.00’da Patnos L Tipi Kapalı Cezaevine ulaştım. Avukat görüş odasında heyecandan ayakta bekliyordum. Ne konuşulur, önce geçmiş olsun mu demek lazım, yoksa dışarıyı mı anlatmak lazım… Kafamda sayısız giriş cümlesi ve konu dönüp dururken Alparslan Hoca yanında gardiyanlarla camın arkasında göründü. Tüm düşüncelerimi unuttum. Biraz da mizacım gereği bir gülümseme takıldı yüzüme. Selamlaştık ve oturduk. Sıcak bir memleketten soğuk bir memlekete giden ben hazırlıksız gitsem de onun üzerinde kazak ve ceket vardı. Alparslan Hoca’yı getiren gardiyan gitmemişti. Görüş odasının iki yanı da camdı. Gardiyan camın hemen önüne bir sandalye koydu ve yüzü bize dönük bir şekilde oturdu. Böyle bir şey yapamazlar elbette. Avukat görüşüne baskı kurmak amaçlı yapılıyor. Ama müdahale etme gereği duymadık. Alparslan Hoca söze girdi. Saatler sürecek konuşmamız böylece başlamış oldu.
Alparslan Hoca’nın enerjisi oldu bitti şaşırdığım bir şeydir. Yine aynı görüntü vardı. Gayet dinçti, gözlerinde yılgınlığın zerresi yoktu. Kelimeler ağzından aynı netlikte çıkıyordu. Üzgün de değildi.
Ağrı’ya gelişinden başlıyoruz. Adana Adliyesinde yapılan duruşmanın ardından sevk süreci başlıyor. Tabi avukatları, ailesi hatta kendisi dahi nereye gittiğini bilmiyor. Ufacık pencereli ring aracında elleri kelepçeli bir şekilde sorulara cevap vermeyen gardiyanlarla bilinmez bir yolculuğa çıktığını anlatıyor. “Bir ara Urfa yazısını gördüm” diyor. Acaba Urfa’ya mı sevk ettiler diye düşünmüş. Ancak devam edince öyle olmadığını anlamış. Daha sonra Diyarbakır Cezaevinde durmuşlar. “Burada mı kalacağım?” diye sormuş. Sadece mola verildiğinin cevabını almış. Yol devam edecek. Diyarbakır’daki gardiyanların kendisine iyi davrandığını, namaz kılması için seccadesini birisinin serdiğini, “Hocam sizi çok seviyoruz, bize dua edin” diyenlerin olduğunu anlatıyor. Öyle ya kalpler Allah’ın elindedir. Kimlerin kalbine sevgi, kimlerin kalbine korku koyduğunu bilemeyiz. Derken Patnos’a ulaşıyorlar. Tabi üzerinde incecik kıyafetler var. Adana’da ailesinin getirdiği elbise çantasını almasına polislerin müsaade etmediğini söylüyor. Adana’dan kıyafetler ulaşıncaya kadar soğuktan çok etkilenmiş. Neyse ki birkaç gün sonra elbiseler gelmiş de rahat etmiş. Cezaevine ulaştığında daha önce suikast girişimi yaşadığından (konferansa giderken) bahsetmiş. Bu nedenle bir görüşe çıkarıldığında tüm koridor boşaltılıyor, çok sayıda gardiyan ona eşlik ediyor, koridor boyunca kimse ile görüşmemesi için önlem alınıyormuş.
Koğuşunda tek kaldığını anlatıyor. “Okuyorum, yazıyorum günlerim böyle geçiyor. Ama yalnızlık Allah’a mahsus, bir televizyon olsaydı iyi olurdu. Haberleri takip etmek istiyorum. Ülkede ne olup bitiyor haberim yok. Necip Fazıl’ın şiirinde geçen ‘Güneşe göç var da kalan biz miyiz?’ sözünü daha iyi anladım” diyor. Gülerek söylüyor burayı “Sanki ülke güneşe göçmüş de ben kalmışım gibi.” Üstad Bediüzzaman’ın sözünü hatırlatıyor. “8 yıldır gazete okumadığından bahseder Üstad bir yerde. Bana da o yapılmak isteniyor. Ülkeye ve gündeme yabancılaştırmak istiyorlar” diyor. Televizyon verilmemesine gerekçe olarak “kantinde kalmadı” diyorlarmış. Bakalım süreç nasıl işleyecek. Umarım bir an önce bu hak mahrumiyeti son bulur.
“Bizim kötü diye gördüğümüz olaylar, büyük gelişmelerin başlangıcı olabilir. Allah’ın muradını bilemeyiz” diye devam ediyor konuşmamız. Tevekkülü bu denli yaşayan az insan vardır. “Ben bugüne kadar ne yaptıysam Allah için ve O’nun dininin sınırları içinde yaptım” diyor. Bu nedenle başımıza gelecek olanlara da sabretmek zorundayız elbette. İşte gerçek sabır da bu değil midir? Mücadele ederken başına gelenlere katlanmak... Yoksa zulümler karşısında sessiz sessiz oturmak değil. “Benim özgürlüğümden mahrum olmam İslami harekete hayırlar getirecekse ben buna razıyım” diyor. İslam için zindanlara atılanlar, darağaçlarında can verenler geliyor aklıma. Hasan el-Benna, Seyyid Kutup, Bediüzzaman Said Nursi ve daha niceleri… İslami hareketin ve davetçilerin kaderi hep aynı. Haksız güçlülerin istediği dini anlatmıyorsan yerin zindan, yerin mezar. Sonuç ne peki? Seyyid Kutub’u asanı nasıl anlatıyor tarih, Hasan El Benna’yı şehit edenleri nasıl anlatıyor? Onların davasını milyonların kalplerinden silebildiler mi? Elbette hayır. Alparslan Hoca’nın bir sohbetinde dediği gibi “Hakikatin kıramayacağı fanus yoktur.” Davası hakikat olanlar şehit edilseler, zindanlara atılsalar dahi davaları, fikirleri, sözleri kıtaları aşar, engellenemez.
Alparslan Hoca için de durum farklı değil elbette. Herkes onun, fikirleri nedeniyle zindanda olduğunu biliyor. Onun bedeni tutsak olsa da Allah’ın yardımı ve talebelerinin gayreti sayesinde davası dünyayı dolaşıyor.
Dışarıda onu destekleyenlere yapılanlardan bahsediyorum. Adalet nöbetinden, coplu müdahalelerden, sürekli hale gelen ablukalardan, koltuk değnekli bir kişiye atılan tekmeden, polis ablukasını gören bir vatandaşın verdiği tepkiden ve polislerin o vatandaşı darp etmesinden bahsediyorum. “Darp edilen vatandaşa ulaşmak lazım, benim selamımı ve geçmiş olsun dileklerimi iletin, bir sağlık sorunu varsa yardımcı olalım” diyor. Sonra devam ediyoruz. Konuya bambaşka bir açıdan yaklaşıyor. “İlah’ın kelime manalarından biri de ‘sevilen’ demektir” diyor. “En çok sevilen! Kendisine devlet denilenler, kimsenin kendisinden daha çok sevilmesini istemiyor. Onlar herkes bize itaat etsin, biz ne dersek onu yapsın, bizim anlattığımız dine inansınlar istiyor. Ancak halk bir kişiyi, bir cemaati, bir fikri onlardan daha çok sevdiğinde buna tahammül edemiyorlar” diyor. “Devlet kendisine şirk koşulmasını istemiyor” diye ekliyor gülümseyerek. “Ama kendisi Allah’a şirk koşmaktan geri durmuyor.” Daha sonra buradaki devletten kastının, kendisini devletin sahibi, milletin efendisi zanneden ama kimsenin tanımadığı “derin devleti” kastettiğini anlatıyor, nam-ı diğer “siyah gözlüklüler...”
Furkan Hareketinin mensupları arasındaki bağlılığın büyük bir güç olduğunu anlatıyor sonra. “Dağılın diyorlar dağılmıyorlar, zulüm görüyorlar kaçmıyorlar, susalım diye tutukluyorlar daha çok konuşuyorlar, hocalarına iftira atılıyor iftira atanları pişman ediyorlar… İşte bu bağlılık İslami hareketin düşmanlarını kahrediyor. Bağlılığın çözülmesi için komplolar kuruyorlar, iftiralar atıyorlar, ajanlar sokuyorlar aramıza. Bağlılığın güç olduğunu biliyorlar” diyor. Güç bağlılıkta: Allah’a bağlılık, Peygambere bağlılık, lidere bağlılık, cemaate bağlılık, kardeşine bağlılık.
Konuşmamızın bir bölümünde durgunlaşıyor. Görüşmemizin başından beri dinç olan o adamın üzerine bir ağırlık çöküyor sanki. Gözleri nemleniyor. Şaşırıyorum. Onun büründüğü hali görünce ben de konu açmaya cesaret edemiyorum. Sonra sessizliğini dudaklarından sakin sakin dökülen kelimeler bozuyor. “Birçok kez ihanete uğradım” diyor. Gözleri aklından geçen sahneleri aşikâr ediyor. Çok yaralanmış olmalı. Duraklıyor. Kısa bir süre düşünceye dalıyor. Sessizlik bir kez daha bozuluyor. “Yaşadığım en büyük ihanet buydu” diyor. “Allah beterinden saklasın” diyorum içimden. Sonra devam ediyor. “Ben 40 yıldır İslam’a hizmet ediyorum. Rabbim şahittir, tek kuruş menfaatim olmadan sadece Allah için mücadele ettim. Şimdi birtakım hainlerin iftiralarıyla tüm bu hizmetler bitirilmek isteniyor. Ben Allah’a hapisten çıkmak için dua etmiyorum. Allah’ın, İslami harekete ihanet edenlere, hayırlı hizmetleri bitirmek isteyenlere bela vermesi için dua ediyorum. Öyle bir bela versin ki herkes anlasın.” Onun duasına ben de sesli bir şekilde âmin diyorum.
Görüşmemiz kâh hararetli kâh hüzünlü devam edip gidiyor. Uçağımın saati yaklaştığı için kalkmak zorunda kalıyorum. Son olarak dışarıdan selam söyleyenlerin selamlarını iletiyorum. O da “Soran herkese selamlarımı ilet” diyor. Küçük görüşme odamızın kapısını açıyor. Dışarıda bizi gözetlemek için saatlerdir bekleyen gardiyana gülümseyerek “Seni de beklettik” diyor tutsak ve ince anlayışlı Alparslan Hoca. Bir yandan kendi maneviyatım açısından elde ettiklerime seviniyor bir yandan da Alparslan Hoca’ya yapılan zulme üzülerek Patnos’tan ayrılıyorum...