Makale

Hacda Disiplin Kazanmak

Paylaş:

İnsan, kâinatın başıboş olmadığını, dolayısıyla kendi yaratılışının da bir gayesi olduğunu aklederek ya da eşyanın hakikati üzerinde tefekkür ederek anlayabilir. Ancak nasıl ve ne şekilde hareket edeceği, nasıl bir programı takip edeceği noktasında akıl yeterli olmadığından, nakle (Kur’an ve Sünnet’e) ihtiyaç duyar. İman edip, vahye dayalı yaşamaya başlayınca da hayatına bir düzen ve intizam gelir. Hedefsizce geçen ömür, nefsin bitmek bilmeyen arzu ve isteklerinin peşinden koşmakla geçen hayat, ancak vahyin tayin ettiği ölçülere tâbi olursa bir anlam kazanır.

Bütün kâinatta ilminin ve hikmetinin eserlerini sergileyen, onlara tâbi olacaklara kanunlar koyan Rabbimiz, bize seçtiği dini ile de hayatımızın her alanına müdahale etmekte, bizi başıboş bırakmamaktadır. Diyebiliriz ki İslam’ın her bir emri, bizi Rabbimizin istediği kul modeline yaklaştırmakta, hayatımızı O’nun razı olduğu şekilde disipline etmektedir. İnsan böylece kâinatın da tâbi olduğu külli nizama boyun eğerek, hem kâinatla barışık olur hem de Rabbinin razı olacağı hayatı yaşamış olur. Bu anlamda yapılması emredilen her bir ibadet, insanı kulluk bilincine ulaştıran ve Rabbin rızasına yaklaştıran bir eylemdir.

Üstad Mevdûdî’nin dediği gibi: “Namaz, oruç, zekât ve hac gibi ibadetler hakikatte bir nevi eğitimdir, tâlimdir. Şimdi şu var ki eğer gönülde cihad niyeti olmazsa, cihad için hazır bulunmazsanız, tüm bu ibadetlerinizin maksadı hâsıl olmaz, yapılan işler boş işlerden farksız olur. Bu anlamda her bir ibadet bizi bir yönüyle cihada hazırlamaktadır.”1 Mevdûdî’nin burada kastettiği şey; her bir ibadetin kendine has şartları olsa da, temelde hepsinin amacı genel amaca hizmet içindir. O da; insana yeryüzünde verilen halifelik görevini hakkıyla yapabilmek, hayatın bütün yönlerinde bu amacı hiçbir zaman unutmamak, hayatın tümünü bu amaç ekseninde ibadete dönüştürebilmektir. Dünya imtihan ve mücahede sahası, ibadetler de bizi bu mücadeleye maddî, manevî yönlerden hazırlayan eğitimlerdir.

Bu anlamda Hac ibadeti de gerek malî gerek bedenî oluşuyla, belli bir zaman diliminde ifa edilmesiyle, “menasik” denilen bir takım rumuzlu hareketleriyle başlı başına bir tertip ve düzen getirir hayatımıza. Hac; kelime manasıyla “kastetmek olup, Allah Celle Celaluhu için kutsal beldelere (Mekke, Medine) yolculuğu kastetmek, bunun için hazırlıklar yapmaktır.” Hacı adayı, kendisine yapılan ilahî çağrı gereği2 bir nevi hicret etmrini alan muhacir gibi her şeyini geride bırakarak, tüm sevdikleriyle helalleşir, vedalaşır ve yola koyulur. Tâ ki ‘Mikât’ denilen yere gelir. Burası Harem bölgesine giriş için tayin edilen yerlerdir ve burada hacı adayı ihrama girer. Giyilen ihram (sade, dikişsiz, beyaz renkli iki parçadan oluşuyor) ise bir nevi askerin giydiği kamuflaj gibidir. Âdeta Rabbine; “Ben bu beldenin gerektirdiği şeyleri yapmaya hazırım, emre amadeyim” demiş gibi olur. Ancak bu kamuflajın hiçbir süsü olmadığı gibi rütbeyi temsil eden apoletleri de yoktur. Hacı adayı, üzerinden çıkardığı elbiselerle aynı zamanda dünyevî makam, mevki gibi statülerinden, “ben” dediği kimliğinden sıyrılarak, ihramla beraber yüklendiği yeni kimliğiyle ümmet denizinde “hiç” olmaya doğru adım atmış olur. Böylece ihramla beraber daha evvel mübah olan bazı şeyler de (süslenme, koku sürünme, kötü söz söyleme, tartışma, saç-tırnak kesme, harem sınırlarında bitkiyi veya bir dalı koparma, avlanma gibi) kendisine yasaklanacaktır.

Bu yasakların ihlâli, yasağın çeşidine ve ihlâl biçimine göre değişen cezaları gerektirir. Bu cezalar; kurban kesmek, sadaka vermek, bedelini ödemek ve oruç tutmaktan ibarettir. İnsan, o zaman belki haramlara girmemek için altmış- yetmiş mübahı terk eden Sahabe-i Kiram’ın hassasiyetini anlayabilir ve bu hassasiyeti hayatı boyunca kazanabilir. İşte o zaman; “Şüphesiz helal bellidir, haram bellidir. Bunların arasında bazı şeyler de vardır ki şüphelidir…” hadisindeki dikkat çekilen noktayı anlar, her şeyin illa da net bir şekilde haram veya helal oluşunu sorgulamaz, o şey şüpheli ise ondan uzak durma hasletini kazanır. Çünkü o, gerektiğinde mübah olan bir şeyi bile dini hassasiyetinden ötürü terk edebilmiştir. Bu tutum, aynı zamanda Allah Celle Celaluhu’nun emrini sorgulamadan itaat etmektir. Kişi, ‘daha önce mübah olan, helal olan bir şeyi burada neden yapamıyoruz’ demeden itaati, disiplini ve gelecekte de bu tür emirler verildiğinde sorgulamamayı öğrenmektedir.

Bu aşamadan sonra hacı adayı “Haccın menasikini (yapılışına ilişkin uygulamalarını) benden alın”4 nebevî emri gereğince atacağı her adımı bir plân ve program doğrultusunda atacak, hikmetini anlamaya çalışarak (anlamasa bile) tâbi olacak, kendisini tavaf selinin ortasına bırakacaktır. Her tarafta beyaz kefenleriyle “ben”likten “hiç”liğe adım atmaya hazırlanan insan selini görünce, bunun mahşerin provası olduğunu düşünecektir. Her türlü ırk, renk, cinsiyet ve ekonomik statüden ve düşünceden sıyrılacak sahih İslamî anlayışa bürünecektir. Bunun en güzel örneği; Amerikalı zenci Müslümanların liderlerinden Malcolm X’tir. O, zenci ırkının üstünlüğüne dayalı İslam anlayışının yanlışlığını hac görevini eda ederken fark etmiş ve bu görüşünden tamamen vazgeçmiştir. Dolayısıyla Hac, dünyanın neresinde yaşarlarsa yaşasınlar bütün Müslümanların aynı değerlere sahip oldukları ve bu değerlerin kendileri için ortak bir zemin oluşturduğu gerçeğini ortaya koymaktadır.

Hacdaki Hacer’ül Esved’i istilam (selamlama), Kâbe solunda kalacak şekilde tavaf etme, Safa ve Merve tepeleri arasında yedi kere koşuşturma (Sa’y) gibi rumuzların her birinin bir hikmeti vardır ve her birinin üzerinde uzun uzadıya durulabilir. Ancak hepsinde ortak olan özellik, bunların yapılışında bir sıralama olması, insanın bu yolculuk ve ziyareti sırasında bu kurallara bağlı kalması, kurallara bağlı disiplinli bir hayata alışmasıdır. Çünkü bu yolculuk alelade bir yolculuk değil, buradaki hareketler de sıradan hareketler değildir. Tüm bunlar bir ibadetin parçalarıdır ve ibadet gibi taabbudî şeyleri insan kafasına göre yapamaz. Örneğin; Müzdelife’de5 taş toplarken (Mina’da şeytan taşlamak için) belli büyüklükte taşlar almalıdır. Mina’da cemreleri taşlarken teker teker ve sırasına göre (küçük, orta ve büyük) taş atmalıdır. Tüm bunlar aslında İslam’ın hayatımızın her alanına bir ölçü getirdiğinin göstergesidir ve bunu Hac sırasında her aşamada görmekteyiz.

Sonuç olarak nasıl ki Hac gibi ibadetlerde kendi başımıza buyruk değil de Kur’an ve Sünnet’e tâbi isek İslam’ın yeryüzünde hâkim olması noktasında da bu iki kaynağa harfiyyen uymak zorunda olduğumuzu söyleyebiliriz. Bu gerçekleşirse İslam âlemi nasıl namaz, oruç ve hac gibi ibadetlerde birlik ve beraberlik içinde ise, uygulamadaki bir takım fıkhî farklılıkları hoş görüyorsa, metod konusunda da birlik sağlanacak, metodun uygulanmasında küçük bir takım farklılıklar olsa da (taviz olmamak kaydıyla) hoş görülecektir. O zaman Müslümanlar, birbirlerine gerçek manada kardeşçe bakabilecekler, düşmanlarına karşı ise ortak bir cephe oluşturabileceklerdir. Belki o zaman tavaf sırasında veya namaz sırasında meydana gelen safların sıklaşması, toplumsal hayatımızın da her alanında gerçekleşir. İşte o zaman uhuvvetten ve vahdetten bahsedebiliriz.

1) Mevdûdî, Hitabeler, Hilâl Yayıncılık, s.266-267.

2) Hac, 27. “İnsanlara haccı ilân et. Gerek yaya olarak ve gerekse uzak yolları aşarak yorgun develer üzerinde sana gelsinler.”

3) İmam Nevevi, Kırk Hadis, İslamoğlu Yayıncılık, 6. hadis, s.51.

4) Nesâî, Menâsik, 220.

5) “Müzdelife”, Harem bölgesi sınırları içinde Arafat ile Mina arasında kalan bir alanın adıdır.