Hak din ve hidayet yolu olan İslam’ın her konuda kendine özgü prensipleri vardır. Tüm hayatı kapsayan usul ve kaideleri ile diğer hayat tarzlarından ayrılması, onun ilahi kaynağa dayanmasından dolayıdır.
Esas itibariyle insanı ve toplumu ilahi iradeye göre tanzim etmek ve her türlü yanlış yol, tutum ve davranışlardan uzak tutmak için gönderildiğinden İslam’ın temelde beşerî nizamlardan ayrılması, onlara muhalif olması zorunluluk arz etmektedir. İslam’ı zamanın icaplarına, toplum ya da devletlerin baskılarına göre anlamaya, yorumlamaya kalkışmak en hafif ifadeyle Allah’ın dinine saygısızlık olur.
Medeniyet hedefi olan bir dinin; mevcut kültür, gelenekler, alışkanlıklar ve kurulu düzenin etkisinden sıyrılması, kendine has tavır ve yöntemlerini uygulamasına bağlıdır. Allah Rasulü Sallallahu Aleyhi ve Sellem’in hayatı dikkatli tetkik edildiğinde, onun risalet görevine başladığı andan itibaren Müslümanlara örnek olacak davet ve tebliğ yöntemleri gösterdiği anlaşılır. Davete ilkin “La İlahe İllallah” sözüyle başlaması, sadece o günkü Müslüman olmayan Arap toplumunu İslam’a çağırmak için yapılmış değildi. Tüm çağlarda yaşayacak olan İslam davetçilerine, İslam’ın davet metodunu öğretmek ve bu yöntemle davet etmelerini göstermek içindi.
Hayatın tamamını içine alan bir sözle yani Tevhid kelimesiyle başlayan bir Peygamberin, her konuda Allah’ın hükmünü ve otoritesini insanlara öğretmek istemesini anlamak zor değildir. İslam’ın Mekke dönemi bilindiği üzere davet, zorluk, çile, sabır ve sebat dönemidir. Hz. Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem’in Kur’an’la yaptığı etkili ve güçlü davetin etkisini gösterip kitlelere ulaşması üzerine, Mekke’nin ileri gelenleri toplanıp bu gelişmeye karşı önlem almak istediler. Temel amaç Tevhid sözünün yapmış olduğu tesiri kırmak, daveti etkisizleştirmek ve anlaşılmaz hale getirmekti. Bu hedefe ulaşmak için ise Hz. Peygamber’e insanı en çok cezbeden malı ve makamı teklif ettiler. Allah Rasulü Sallallahu Aleyhi ve Sellem kendisine bu tekliflerle gelen Utbe b. Rebia’ya hiç tereddüt etmeden “Hayır” dedi ve ekledi: “Ben bunlar için gönderilmedim.” İslam tarihinin bu önemli sahnesi kanaatimce günümüzde cemaatlerin ve hocaların üzerinde yeterince durmadığı, etüt edip dersler çıkarmadığı bir konudur. Halbuki bu olay İslami mücadele içinde Peygamberi metodun mahiyetiyle ilgilidir. Şehid Seyyid Kutub’un ilk olarak görüp tespit ettiği gibi “Arapların tümü davetine icabet edip onu, kendilerine idareci olarak seçtiklerinde, yetkilerin tümünü eline aldığında, bütün bu imkanları kullanarak, Tevhid akidesini daha kolay bir şekilde yerleştirebilirdi. İnsanlara önce kendi şahsi hakimiyetini kabul ettirdikten sonra onların, Allah’ın hakimiyetini kabul ederek yalnızca O’na kulluk etmelerini sağlayabilirdi. Ne var ki, alim ve hâkim olan Allah Azze ve Celle, Rasulünü bu yola değil, Allah’tan başka ilah yoktur diye haykırarak meydan okumaya yöneltti.”1
Allah Azze ve Celle biliyordu ki, bu yöntemle İslam hâkim olamaz. Yine ezeli ilmiyle biliyordu ki, bu teklif sinsice hazırlanmış ve İslam davetinin kitleleri etkilemesini ortadan kaldıracak bir tuzaktı. Ayrıca yine Rabbimiz ezeli ilmiyle biliyordu ki, bu teklif kabul edilseydi, Tevhid davası ve La ilahe illallah sancağı görünmeyecek, en önde olmayıp geriye itilecekti. Bu durumda İslam’ın istediği güçlü şahsiyetler yetişmemiş olacaktı. Bunlar ve daha bilemeyeceğimiz başka hikmetler gereğince, bugünün insanlarına göre çok büyük (!) teklif olan devlet başkanlığını elinin tersiyle iten bir Peygamber görmekteyiz. Elbette bu konular üzerinde iyice kafa yorulması gereken hususlardır.
Bu tavır aynı zamanda Hz. Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem’in toplumları iman ile eğitmeden, onların itikadını düzeltmeden ve İslam’ı bir hayat tarzı olarak benimsetmeden devletin başına geçmeyi kabul etmediği anlamına gelmektedir. Hal böyle iken ve sünnetin açık hükmü ortada iken mevcut sistemlerin baskı ya da yönlendirmesiyle, parti yoluyla hemen devletin başına geçmek için çabalayan, bunun için bir ömür emek sarf eden, bunun için dininden taviz veren Müslümanları görmekteyiz. Parti metodu ile İslam’a hizmet etmek isteyen kardeşlerimizin bir ömür tükettiği halde toplumun ıslahı, İslam’ın tebliği ve daveti ile sağlam Müslüman şahsiyetlerin yetiştirilmesi hususunda yol kat edemedikleri görülmektedir. Öte yandan parti iktidara gelmiş olsa bile, hedeflerinin gerçekleştirilmesine müsaade edilmemektedir. Alparslan Kuytul Hocaefendi’nin ifadesiyle: “Hükümetin sadece yol, hastane, okul yapmak gibi hizmetçilik sayılan işleri yapması istenmekte, devlete ve topluma istikamet vermesine müsaade edilmemektedir.” Aksi halde darbe gibi yöntemlerle iktidardan uzaklaştırılmaktadır. Nihayetinde oy veren kitlelerin beklentileri de hayal olmaktadır.
Diğer taraftan Müslümanların partilere oy vererek büyük ümitler içine girdikleri görülmektedir. Onlara göre oy vermemenin mesuliyeti olup, oy kullanmamak vebaldir. Gerçek şu ki tam aksine mevcut şartlarda oy kullanmak vebaldir ve mahzurludur. Fakat şu da bir hakikat ki İslami Hareket Metodu Fıkhı bilinmedikçe bu ve benzeri meseleler tam olarak anlaşılamayacaktır. Ayrıca bu konular halkın anlayabileceği konular değildir. Ancak aydın- alim, yani gerek İslami ilimleri tahsil etmiş gerekse dünyada ve ülkesinde oynanan oyunları görebilecek bir altyapıya sahip aydın hocalar bu meseleleri anlayabilmektedir. Ancak bu vasıflara sahip hocalar İslam düşmanlarının tuzak ve oyunlarını görebilmektedir. Bu kimseler parti kurmanın ve onlara oy vermenin İslami/fıkhi mahiyetini tam olarak bilmektedir.
Kıymetli kardeşlerim mevcut şartlarda kurulan partilere oy vermek İslami açıdan büyük kayıplara, günahlara ve mesuliyet altına girmeye sebep olmaktadır. Şöyle ki: Öncelikle bilinmelidir ki, İslam’la hükmetmeyen bir devlet, hiçbir zaman İslam’ın esaslarını değil, kendi esaslarını dikkate alacak Allah’ın hükümleri yerine laik ve seküler kanunlarına göre hüküm koyacaktır. Bu durum asla İslam’ın kabul edeceği ve rıza göstereceği durum olamaz. Şu hâlde sorulması gereken soru şudur: Bir Müslüman bu durumda nasıl oy vererek dinin emirlerinin uygulanmamasına onay verebilir?
Mevcut şartlarda hangi parti iktidara gelirse gelsin, laiklik ve demokrasi gereği din ile devletin arasını açacak ve Allah’ın haram kıldığı tüm günah ve kötülüklere izin verecektir. (Uygulama zaten böyledir.) Peki bir Müslümanın haramların serbest bırakılmasına, hatta sınırlama bile getirilmemesine, insanlığa zarar veren içki, kumar, zina ve faiz gibi kötülüklere rıza göstermesi nasıl mümkün olabilir? Oy veren kardeşlerimizin niyeti bu olmasa bile, netice itibariyle verilen oylar(dolayısıyla) bu günahları onaylamak anlamına gelmektedir.
Parti kurmanın ve partilere oy vermenin gerçekte İslam’a önemli faydalar sağlamadığı, aksine birçok açıdan zararlar getirdiği meydandadır. İslam’a göre, birey ve toplum değişmeden sistemin değişmesi faydasız ve hatta zararlıdır. Bu yüzden tüm peygamberler ilk olarak toplumu değiştirmeyle işe başlamış, hemen başa geçmeye çalışmamışlardır. Bu yüzden ara vermeksizin davet ve tebliğ çalışmalarını sürdürmüşlerdir. Yani İslam yukarıdan aşağıya değil, aşağıdan yukarıya bir değişimi doğru görmektedir. Zira İslam’ı öğrenip özümsememiş bir toplum İslam Medeniyetini de kabul etmeyecek, kabul etse bile onu yaşamak hususunda nefsiyle büyük problemler yaşayacaktır. Hz. Peygamber’in de sünneti bu iken, tebliğ ve davet çalışmalarına yeterince yoğunlaşmadan ve toplumu İslam Medeniyetini arzular hale getirmeden başa geçmeye çalışanlar, bu hususta sünneti terk etmiş olmaktadırlar. Sünneti terk etmek ise bidattir.
Nefisleri ıslah etmeden başa geçmek, haramların işlenmesine sessiz kalmaya ve onlara müsaade edilmesine sebep olmaktadır. Bu durunda İslam’a faydadan söz edilemez, sadece bazı namaz kılanların makamlara gelmesinden söz edilebilir. Bunun sonucunda dinden taviz vermeye (içki, kumar, zina, faiz gibi günahların işlendiği mekanlara ruhsat verilmesi), günahlara sessiz kalmaya (Meclis’te Allah’tan başkasına yemin etmek gibi) alıştırılmış bir Müslüman modeli ortaya çıkmaktadır. Bu, İslam ve Müslümanlar açısından büyük tehlikedir.
Bir birey olarak oy kullanmak, o partiye ve partinin yetkililerine vekalet vermek anlamına gelmektedir. Vekalet vermek bir kimsenin kendi adına hareket edebilmesi için ona yetki ve izin vermesi demektir. Vekalet vermek (oy vermek) o partinin devleti yönetirken yapmış olduğu fiillere, haram ve günahların işleneceği yerlerin açılması için ruhsat verilmesine, İslam’ın ve Müslümanların aleyhine alınacak kararlara izin vermek, yapılanları onaylamak anlamına gelmektedir. Peki ahiretini düşünen bir Müslümanın, ciddi sorumluluğu olan bu meselede kendini tehlikeye atması nasıl doğru olabilir?
Rabbimiz Kur’an-ı Kerim’de: “Sakın zulmedenlere meyletmeyin, yoksa ateş size de dokunur”2 buyurmaktadır. Yani “Allah’ın hükümlerine aykırı hüküm koyanlara rıza göstermeyin, zalimlere kalbinizde sevgi beslemeyin, zulme rıza göstermeyin, onları desteklemeyin” denilmiş olmaktadır. Bu ihtarın tüm Müslümanları düşünmeye sevk etmesi, yanlışa, münkere ve zulme karşı tavır almaya sebep olması gerekmektedir.
- Seyyid Kutup, Yoldaki İşaretler, 30
- Hud, 113