Kapak

Hz. Peygamber’e Ümmet Olmak

Paylaş:

Bizleri, Rasul-ü Ekrem’e ümmet olma şerefine nail kılan Rabbimize hamd olsun. Ümmetine ‘Usvetun Hasene’, ‘en güzel örnek’ olan O Yüce Rasul’e salât ve selam olsun. 21. Yüzyılda Efendimize ümmet olabilme gayretinde olan kardeşlerimize de selam olsun.

Bir gün Allah Rasulü Sallallahu Aleyhi ve Sellem ashabının arasında otururken: “Kardeşlerimi özledim” buyurdu. Bu ifadeye şaşıran ashab: “Biz senin kardeşlerin değil miyiz Ey Allah’ın Rasulü? Biz de yanındayız” dediler. Efendimiz onlara cevaben: “Siz benim ashabımsınız. Ben kardeşlerimi özledim” buyurdu. “Onlar kimlerdir?” diye sorduklarında Efendimiz: “Onlar benden sonra gelip beni görmediği hâlde birtakım kitaplar bulmak suretiyle bana iman edenlerdir” buyurdu.1 Ne güzel bir hadistir bu! Bu hadis-i şerifi okuduğumuzda Allah Rasulü ile aramızda kan bağı varmışçasına bir yakınlık hissediyoruz. Çağdaşlarına ‘arkadaşlarım’ diyen Rasulullah, kendisinden sonra gelecek ümmeti için ‘kardeşlerim’ ifadesini kullanarak bizlerle bir bağ kurmak istemiş… Allah Rasulü Sallallahu Aleyhi ve Sellem aramızda bir yakınlık hissettirerek asırlar öncesinden bize şefkat elini uzatmış; O’na ümmet olmak, davasına sahip çıkmak ve kurtulmak için güçlü olmamızı sağlamaya çalışmıştır.

Peygamberimiz dönemin en karanlık çağında görevlendirildi. Başlangıçta O da kimsesiz, tek başınaydı. Sonra birer ikişer O’na iman edenler, O’na ashab olmaya başladı. Yeri geldi Efendimiz onları her türlü kötülükten korudu, yeri geldi ashabı O’na kol kanat gerdi, siper oldu. Kenetlenerek çıktıkları bu yolda sadece 6. yüzyıla kurtuluş olmadılar, kendilerinden sonra gelecek nesillere örnek, yolunu kaybedenlere ışık ve tüm mazlumlara umut oldular.

 

ÜMMET NE DEMEKTİR?

Ümmet kelimesi Arapça bir kelime olup ıstılahta; kendi iradeleriyle veya bir zorunluluk sebebiyle aynı yerde, aynı zamanda veya aynı dine tâbi olma neticesinde bir arada yaşayan insan topluluğu manasına gelir. Âlimlerin çoğu, ümmet kelimesini aynı dine tâbi olanlar yani Müslümanlar için kullanmışlardır. ‘Ümmet’ kavramı, diğer bir deyişle ‘imam’ sözünden alınmış çoğul bir isimdir ki, çeşitli insan gruplarına önder olan ve kendisine uyulan cemaat demektir. Yani, ümmet, bir imamın başkanlığı altında sağlam bir yapı oluşturarak diğer insanlara önderlik yapabilen bir topluluktur. Her peygamber birer imam kabul edilir ve ona tabi olanlara onun ümmeti denir.

Yüce Rabbimiz Kur’an-ı Kerim’de İslam ümmetini överek: “Siz insanlar içerisinden çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz; iyiliği emreder, kötülükten meneder ve Allah’a iman edersiniz”2 buyurmaktadır. Bu övgü bu ümmete bir de görev yüklemektedir. Yani Allah Rasulü gibi O’nun ümmeti de insanların kurtuluşu için toplumun ıslahından sorumlu tutulmuştur. Bugün İslam âleminin en büyük ihtiyacı mazlumlara sahip çıkacak sağlam bir yapının oluşması ve o önder topluluğun, Müslümanları içinde bulunduğu şu karanlık süreçten çekip çıkaracak bir güce sahip olmasıdır. Allah Rasulü oluşturduğu nesil ile o çağın karanlıklarını dağıtmıştır. O halde O’nun ümmeti olarak bugün bize düşen de O’nun çizgisinde kurtuluşa yürümektir.

Allah Rasulü’ne ümmet olmak; evvela Kur’an’ı rehber edinip sünnete ittiba etmekle mümkündür. Fakat bugün asıl problemimiz Kur’an’ı terk edip sünneti hayatımızdan çıkarmış olmamızdır. Bu da bugün İslam ümmetinin zayıflamasının, çöküntüye uğramasının ve kurda-kuşa yem olmasının sebebi olmuştur. Aslında İslam ümmeti, Allah Rasulü’nün: “Size sarıldığınız zaman asla sapmayacağınız iki (sağlam) kulp bırakıyorum. Biri Allah’ın kitabı diğeri benim sünnetim”3 düsturunu terk etmenin bedelini ödemektedir. Uyduğu zaman asla yolunu şaşırmayacağı bir kılavuzu olan birinin, buna rağmen yanlış yollarda savrulup kurda-kuşa yem olması ne kadar büyük bir talihsizliktir. Ümmetimiz şu anda bu acınası hali yaşamaktadır.

YENİDEN ÜMMET OLMAK İÇİN

Hz. Peygamber’e yeniden ümmet olabilmek için O'nun mücadelesini iyi anlamaya ihtiyacımız var. Allah Rasulü kolay bir hayat yaşamadı. Öyle bir inancı ve hayat tarzını savunuyordu ki, O’nu şiddetle reddeden düşmanlara rağmen insanların bu gerçekleri anlaması bir aşama, kabul etmesi ayrı bir aşama, uğrunda mücadele edecek bir imana ulaşmaları ise diğer bir aşamayı gerektiriyordu. Mücadele diyoruz çünkü insanlar sadece kabul edenler ve etmeyenler olarak ayrılmıyor. Kabul etmeyenlerin içinden iman edenlerle mücadele edenler, hak yolun önüne her türlü taşı koyanlar, gerekirse her türlü zulmü yapabilecek düşmanlar da bulunuyordu. O halde iman etmek de sadece hakkı kabul etmekle kalmayıp uğrunda çileyi göze almayı, mücadele etmeyi gerektirecekti. Bugün bazı sıkıntılarla karşılaştıklarında ‘yolumuz herhalde yanlış’ diyenler Peygamberimizin ve ashabının çektiği sıkıntıların sebebini anlamaya çalışmalıdır. İslam düşmanları İslam davasını ve Müslümanları yok etmek için mücadele ediyorlarsa Müslümanların da elbette davasını ve varlığını korumak için mücadele etmesi gerekecektir.

Allah Rasulü, ashabını ilk olarak Allah’tan başka tüm putları, kanun koyucuları reddedip sadece Allah’a teslim olmaya davet etmiş ve bununla onlara dünya hâkimi olmayı vaad etmişti: “Ben sizi öyle bir kelimeye davet ediyorum ki onu söylediğiniz takdirde tüm Araplar size boyun eğecek!”4 Allah Rasulü ümmetinin Allah'a teslim olmak suretiyle, güç ve saltanat sahiplerinin kişisel çıkarları arasında boğulmaktan kurtulmasını istiyordu.

Yine Efendimiz ashabının arasında hiçbir millette olmayan kardeşlik oluşturmuştu. Bununla beraber; güven, fedakârlık, vefa, hüsn-ü zan, dürüstlük gibi medeniyet değerlerini kazandırarak toplumda huzurun var olmasına çalışmıştı. Kur’an-ı Kerim ayetleriyle Peygamberimize ve o ilk nesle şekil veriyor ve olması gereken insan ve toplum modelini oluşturuyordu. “Kişi kendi nefsi için istediğini kardeşi için de istemedikçe (tam) iman etmiş olmaz”5 mealindeki gibi hadisi şerifler, yüce değerlere sahip bir medeniyet meydana getiriyordu.

Efendimiz, birçok savaşın sebebi olan ırkçılığın kabul edilemez bir cahiliye âdeti olduğunu daima hatırlatıp, iman edenlerin hepsinin tek bir millet olduğunu vurgulayarak böylesi ayrılık sebeplerinden de ümmetini korumaya çalışıyordu. Kur’an ve sünnetin bu hassasiyeti sayesinde o gün benzerine rastlanmamış bir kardeşlik, birlik ve güven ortamı oluşmuştu. Allah Rasulü bütün bunları gerçekleştirirken mevcut bozuk düzenin bir parçası olarak değil de Allah’ın kanunlarına dayalı yepyeni bir toplum inşa etmeye çalışmıştı. Bunun için de işe; haksızlıklara, küfre, cehalete direniş göstermek, muhalefet etmekle başlamıştı. Çünkü yanlışlara muhalefet etmeden doğrulara ulaşmak mümkün olmayacaktı.

Allah Rasul’üne yeniden ümmet olmak isteyenler için sahabenin hali de çok güzel bir örnektir. Onlar Peygamberimizin ve davasının kıymetini çok iyi bilmişler, O’na ve davasına sımsıkı sarılmışlar, en zor zamanlarda bile Efendimizi asla yalnız bırakamamışlardı. Bu uğurda yaptıkları fedakârlıklar dillere destan olmuştur. Onlar; Efendimiz, “sabredin” dediğinde sabreden, ‘hicret edin’ dediğinde sorgulamadan evini barkını bırakıp yollara düşen, icabında onun yerine suikastlara hedef olan, her emrine “lebbeyk Ya Resulallah”, “buyur Ya Resulallah! Anam babam sana feda olsun!” diye karşılık veren, “denize de girsen seninle dalarız” diyecek kadar gözü kara ve kararlı bir ashab oldular. Bu halleriyle Hz. Peygamber’e nasıl ümmet olunacağının modelini en güzel şekliyle sundular. Şunu da unutmamak gerekir ki Allah Rasulü’nün ashabı bu kadar sağlam bir duruşla bu davaya omuz vermeseydi, Efendimiz de belki bir Nuh Aleyhisselam ya da Lut Aleyhisselam gibi sahipsiz kalacaktı. Ama O’nun kıymetli ashabı O’na da davasına da sahip çıktı. Fakat bugün bizler Allah Rasulü’nün davasını sahipsiz bırakmanın sonuçlarını yaşıyoruz. Davamıza sahip çıkabilseydik Rabbimiz de bu ümmete sahip çıkıp selamete eriştirecekti belki ama ne yazık ki hem davamız hem de ümmetimiz sahipsiz kalmış oldu!

SADECE BİLMEK DEĞİL YAŞAMAKTAN SORUMLUYUZ

Unutulmaması gereken bir nokta daha vardır ki bizler sadece iman ile değil inandığımız hakikatler uğrunda yaşamakla emrolunduk. Fakat doğruyu bildiği halde yaşamaktan kendini sorumlu görmeyen Müslüman tipleri ile hem İslam’dan hem de ümmet olmaktan uzaklaştırıldık. Hâlbuki Kur’an-ı Kerim: “Peygamberin emrine aykırı hareket edenler, başlarına bir bela gelmesinden sakınsınlar”6 buyurarak sadece imanla değil hareketle de sorumlu olduğumuzu vurgulamaktadır. Kur’an, zaferi Allah Rasulü’nün varlığına bağlamamıştır. “İçinizden hayra çağıran ve iyiliği emredip kötülükten sakındıran bir topluluk (ümmet) bulunsun.”7 buyurarak böyle hayırlı bir topluluk olmasını her zaman için gerekli görmüştür.

Ümmet olmak öncelikle cemaat olmayı gerektirir ki; küçük topluluklar halinde iken bir araya gelmeyi başaramayanların daha büyük kalabalıklarla bu birliği yakalaması nasıl mümkün olabilir! Çünkü ümmet olmak tek hedef uğrunda birleşmeyi gerektirir. Tıpkı bir binanın tuğlaları gibi aynı yapının parçaları olup hedefine doğru ilerlerken sımsıkı bir bağ ile bağlanmış olmak ümmet olmanın vazgeçilmez şartıdır. Bu manada düşünüldüğünde imamsız ümmet de başsız beden gibidir. Başsız kaldığı için her kafadan bir sesin çıktığı, her ferdin başka bir yöne savrulduğu topluluklar ümmet değil ancak rüzgârın önünde savrulan yaprak olabilirler.

Bugün İslam ümmetinin tam da bu sebeplerden paramparça olduğu ortadadır. Ama Kur’an ve sünnete sarıldığımızda hakiki kimliğimize yeniden kavuşmamız mümkündür. Müslümanlar hakiki bir dirilişle ümmet olduğunda yeryüzünde bir kez daha seçkin bir kimlik kazanacak ve sorumluluklarını yerine getirmeye imkân bulacaklardır. Efendimiz Sallallahu Aleyhi ve Sellem buyurmuştur ki:

 مَثَلُ أُمَّتِي كَالمَطَرِ لَا يُدْرَى أَوَّلُهُ خَيْرٌ أَمْ أَخِرُهُ

“Ümmetimin misali yağmur gibidir. Başı mı yoksa sonu mu daha hayırlıdır bilinmez.”8 Bu hadis bizim için umut kaynağıdır, sanki “çalışırsanız elbette kaznırsınız, yeniden bir rahmet yağmuru gbi yeryüzünü ihya edersiniz denmek istenmektedir.

Ve bu uğurda çalışanlara bir müjde daha; “...Ümmetimden bir grup, kıyamet kopuncaya kadar, mansûr (Allah’ın yardımına mazhar) olmaya devam edecek, onları mahrum bırakanlar onlara zarar veremeyeceklerdir.”9 O mansur gruptan olmak temennisiyle Allah’a emanet olun.

1. Müslim, Fedâil, 26

2. Ali imran 110

3. Tirmizî, Menâkıb: 31; Müsned, 3:14, 17, 26

4. Sîretu İbn Hişam, 1/266; İbnu Seyyid’n-nas,Uyunu’l-eser, 1/132; İbn Kesir, es-Sîretu’n-Nebeviye, 1/474;  Beyhakî, Delail’u’n-Nübüvve-şamile- 2/63; Taberî, 2/218-220)

5. Buhârî, Îmân 7; Müslim, Îmân 71-72

6. Nur, 63

7. Al-i İmran, 104

8. Tirmizî, Edeb, 81/2869; Ahmed, III, 130

9. Ebu Dâvud, Fiten 1, 4252; Tirmizî, Fiten 51, 2229; İbn Mâce, Mukaddime 1, 10, Fiten 9, 3952; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 5/278, 279