Hedef

İmanı Kuvvetlendiren Etkenler -6

Paylaş:

Yılın hedefine yönelik olarak kaleme alınan bu yazı serimizde bir önceki sayıda “Hüzün” konusuna yer vermiştik. Bu serinin altıncı ve son yazısı olan bu çalışmada ise imanı kuvvetlendiren etkenlerden “Allah Yolunda Mücadele” ve “İslam’a Davet” konularını ele alacağız.

ALLAH YOLUNDA MÜCADELE

Yeryüzünde ilk insan Hz. Adem’den günümüze kadar gelen ve bundan sonra da gelecek olan tüm insanlar en temelde Allah’a kulluk gayesiyle yaratılmışlardır. İnsanlardan kimileri ne için yaratıldığını unutmadan her daim bu gaye için yaşamaya devam etmiştir. Fakat diğer taraftan yaratılış gayesini unutan, Allah’a kulluk etmek yerine başka ilahlar edinen insanlar da tarihin her döneminde var olagelmiştir. İşte insanlık tarihi bu iki zümre arasındaki Tevhid ve şirk mücadelesinin sergilendiği bir sahne olmuştur. Kur’an-ı Kerim’in birçok ayetinde tarihi süreçte bu mücadelenin var olduğunu görmek mümkündür. Konumuz, bu mücadelenin ne olduğunu ortaya koymak değildir. Allah yolunda yapılan bu mücadelenin iman sahibi kimseye manevi olarak ne gibi katkıları olduğu üzerinde durmaya çalışacağız.

Efendimiz’in ifadesiyle, imanı elde tutmanın avuçta kor bir ateş tutmak kadar zor olduğu böyle bir asırda imanını kuvvetlendirmek isteyenlerin yapması gereken önemli bir görev de Allah yolunda mücadele etmektir. Rabbimiz Kur’an-ı Kerim’de “Uğrumuzda mücahede edenleri yollarımıza iletiriz. Gerçekten Allah iyilik edenlerle beraberdir”[1] buyurarak kendi yolunda mücadele etmenin sonucunu şu şekilde ortaya koymaktadır: Mü’min kul, Allah için mücadele ettikçe Rabbimiz de onu kendi yolunda tutmaya devam edecektir. Yani burada karşılıklı bir ilişki söz konusudur. Karşılıklı ilişkiden maksat bir menfaat ilişkisi değildir. Rabbimiz’in, hiçbir insanın kendi yolunda mücadele etmesine ihtiyacı yoktur. Fakat imanını diri tutmak isteyen bir kimse için mücadele kaçınılmaz bir görev olmaktadır.

Allah yolunda mücadele etmek aynı zamanda bu mücadelenin çilesini yudumlamak demektir. Bu çileler; bazen yoldaki musibetler, bazen yakınlarından ihanet görmek ve bazen de omzunun kaldırabileceğinden çok daha fazla yükü sırtlamak zorunda kalmak olabilir. Dava yolunda yük de çile de çoktur. İhanet de bu yoldaki çilelerden bir tanesidir. Mücadele insanları, insanlardan ihanet gördükçe Allah’a daha da yaklaşır. Verilen o kadar emeğin insanlar katında ziyan olduğuna şahitlik eder bazen gözlerimiz. Bazen söz verdiği yoldan dönenler olur, bazen yolu satanlar, bazen yolcuları ateşe atanlar olur, bazen de düşmanla iş tutanlar… İhanete uğrayan kimseler sırtından hançerlenmenin acısını iyi bilirler. Yıllarca yetişsin diye emek verilen, İslam davasına nefer olsun diye eğitilen, Allah için çalışsın diye göz nuru dökülen bazı insanların bu kadar emeğe değmediğini çok acı bir şekilde tecrübe ederler. O emekler Allah için verilmeseydi ne olurdu? Her şey heba olup giderdi. Bu yüzden ne yapılırsa yapılsın sadece Allah için yapılması gerektiğini daha derinden hisseder bu yolun yolcuları. Her ne kadar ihanet çok ciddi yaralar açsa da ihanete uğrayan kimseye ihlası öğretir aynı zamanda. İhlası öğrenmek ise imanı kuvvetlendiren önemli unsurlardan birisidir.

Mücadele yolunda kalplere iman nakşeden durumlardan biri musibetlerdir. Allah yolunda mücadele eden insan aynı zamanda batılın saraylarını sarsma, zalimlerin tahtını yıkma kavgasındadır. Bu kavgada nicelik olarak genellikle batılın taraftarları üstün olmuştur. Bu üstünlüklerinden dolayı her zaman için Tevhid yolunun yolcularına zulmetmişlerdir. Bu zulümler kimi zaman işkence, kimi zaman medrese-i yusufiyye kimi zaman da şehadet olarak kendini göstermiştir. Zulümlerle iman mı artar demeyin, Hz. Bilal taşlar altında “Ehad, Ehad” diye inlerken adeta tüm azaları Tevhide râm olmuştu. Her uzvu ayrı ayrı Tevhid’i haykırıyordu Mekke’nin zalimlerine. Bedenini esir almışlardı ama imanı dipdiri olmuştu. Benzer şekilde hapse atılan nice dava adamları geldi geçti bu tarih sahnesinden. Zindan onlar için esaret mi oldu yoksa bir medrese mi? Hepsi girdiklerinden daha inançlı daha kararlı ve daha imanlı çıktılar zindan denilen o mezardan. Allah ile baş başa kalmaktan daha güzel ne olabilirdi onlar için? Dirilerin mezarına gömdüler onları ama yürekleri ölmedi daha da dirildi. İbn Teymiyye’nin dediği “Düşmanlarım bana ne yapabilir? Ben cennetimi yüreğimde taşıyorum. Sürgün edilmem hicret, hapsedilmem halvet, öldürülmem ise şehadettir.” Allah yolunda başına gelen hiçbir şey onları yolundan döndürmedi, inançlarını zayıflatmadı hatta imanlarını daha da artırdı.

Allah yolunda mücadele ederken bazen hizmetlerin çok yoğun olduğu, uykusuz kaldığın zamanlar olur. Kimsenin seni görmediği vakitlerde, yalnız olduğun anlarda hizmetin çilesiyle yoğrulursun pişersin adeta. Zaten pişmek için gelmedik mi bu dünyaya? Elbette ama hangi fırında, hangi ateşte ve ne için yandığın da çok önemlidir. Allah yolunda mücadele eden insanın yandığı ateş de piştiği maksat da bellidir. Mücadele insanları omuzlarının kaldırabileceğinden çok daha fazla yük taşırlar sırtlarında. Omuzları çatlayacak dereceye gelse de buna sabrederler. Çünkü vazifenin ortada kalmaması kendilerinin bu yükün altında kalmasından çok daha önemlidir. Böyle insanlar Allah uğrunda fedakârlık yaptıkça pişer, piştikçe olgunlaşır, olgunlaştıkça imanları da kemale erer. İşte böylece bu yolda çekilen her çile insanın kalbine ılık ılık iman ve ihlas olarak akar. Artık bunu anlamış olan insanın tüm hayatı davası olur. Attığı her adımda, yaptığı her faaliyette Allah’ın rızasını arar. Bu rızanın olmadığı çabalardan ve mekanlardan uzaklaşır.

İSLAM’A DAVET

İmanı kuvvetlendiren etkenlerden bir tanesi de İslam’a davet çalışmalarıdır. Burada davetin önemini anlatmayacağız. Bu konu daha önce Furkan Nesli Dergisinin muhtelif sayılarında ve yazılarında müstakil olarak ele alındı. Burada anlatmak istediğimiz nokta davetin muhataba değil davetçiye olan katkıları olacaktır.

İslam’a davet vazifesi Kur’an-ı Kerim’de birçok ayette ve Efendimiz’in hadislerinde çok defa önemi anlatılan bir konudur. Davetin toplumu ıslah eden, muhatabı gayr-i İslami bir hayattan İslami bir yaşama döndürmek gibi önemli getirileri vardır. Fakat genellikle gözden kaçan bir noktadır ki davet aynı zamanda davetçiyi de oldukça geliştiren bir unsurdur. Sürekli İslam’a davet eden kimseler bir bakıma davetini yaptığı ortamda ister istemez örnek olma mesuliyetini üstlenmiş olurlar. İnsanlar onlara bakar, davranışlarını dikkatle inceler ve anlattıkları ile yaşadığı hayat arasında uyum görürlerse genellikle onlardan etkilenir ve hayatlarını değiştirirler. Bu noktadan bakıldığı zaman aslında davet, davetçinin kendine çeki düzen vermesini öğütlemektedir. Ayrıca davetçi muhatabına bir konuyu anlattığı zaman aynı konunun kendi nefsinde de olumlu etkileri görülür. İnsanlar nasihati sadece dışarından dinleyince etkilenmezler. Hatta belki de insan, en çok başkasına anlattığı nasihatlerden kendisi etkilenir. Bediüzzaman Said Nursi talebelerine ders yaptığı zaman “nefsimle beraber iyi dinleyin” diyerek kendi nefsinin de bu sohbetten istifade etmesini istermiş. Bu noktadan ele alındığı zaman davet, muhataba yapıldığı her anda aslında insanın kendisine yapılmıştır. Davet yaptığımızda aslında biz, kendimize nasihat etmiş oluruz. Böylece kalpler yumuşar, amellerde artış ve güzelleşme görülür.

Buna ek olarak davetin, davetçiyi geliştiren bir yönü daha vardır ki o da davetçinin sürekli kendini geliştirmesi zorunluluğudur. Etrafımızda yakın diyalog halinde olduğumuz kimseler genellikle aynı kişiler olur. Akrabalarımız, arkadaşlarımız, iş arkadaşlarımız… Bunlar her gün değişen kimseler değildir. Davetçi kimse, etrafındaki insanlara davet yaptığı zaman bir süre sonra artık benzer şeyleri anlattığını ya da muhatabını ilmi olarak tatmin edemediğini görecektir. Böyle bir duruma düşmemek için davetçi sürekli okumak, araştırmak ve kendisini yetiştirmek durumunda kalacaktır. Davetin sonucu olarak ortaya çıkan bu durum davetçinin kendisini geliştirmesine dolaylı yönden katkı sunacaktır. Tüm bu yönleriyle davet, davetçiyi ilmi ve manevi olarak geliştiren çok önemli bir unsurdur.

İnsanları Allah’a davet edip, kendini Allah’a davet etmeyen davetçi ne kötü bir davetçidir. Daveti sadece muhatap için olan kendini bundan müstağni gören davetçi ne kötü bir davetçidir. Asıl davetçi insanlardan önce kendi nefsini Allah’a kulluğa davet edendir. Davetçi, davetini kendi için bir gelişme vesilesi görendir. Yapılan her davetle imanını kuvvetlendiren, ilmini artıran, temsil vasfını üzerinde taşıyan davetçilere ne mutlu! Onlar hem kendileri hem de toplumu ıslah etme şuurunda olan Rabbimizin Kur’an’da övdüğü davetçilerdir.

İmanı kuvvetlendiren etkenler serisinin sonuna ulaşmayı nasip eden Rabbime hamd ediyorum. Elbette imanı kuvvetlendiren etkenler burada yazılanlar ile sınırlı değildir. Çok daha fazla konuya da yer verilebilirdi. Fakat yazmak kolay, hayata geçirmek zordur. Artık bize düşen yazılanları uygulamaya çalışmaktır. Rabbimiz, eksiklerimizi görmeyi ve imanımızı kuvvetlendirmeyi cümlemize nasip eylesin. Allah’a emanet olun…

[1] Ankebut, 69