1- KUR’AN-I KERÎM
Hidayet kaynağımız, Nur, Rahmet ve Furkan olan bu Kur’ân’ı bizlere indiren Allah (c.c.)’a hamd olsun. Ve selam da başta Efendimiz Hz. Muhammed (s.a.v.)’in üzerine ve O’nun yolundan giderek Kur’an’a tâbi olan tüm Müslümanların üzerine olsun.
Fıkıh; arapça bir kelime olup ‘bilmek ve anlamak’ demektir. Yani insanın amelî yönden hak ve vecibelerini bilmesidir ve ibadetler de dâhil olmak üzere bütün şer’î-amelî hükümleri içine alır.1 İslam Fıkhı; gerek ibadetler, gerek ferdî veya toplumsal uygulamalar açısından her işin en doğru uygulamasının nasıl olduğunu bize gösteren ve inceliklerini anlamamızı sağlayan bir ilimdir. Her işin diyoruz, çünkü İslam Fıkhı’nın kaynağı, her şeyi yaratan ve en iyi bilen Allah’a dayanmaktadır. Yüce Rabbimiz göndermiş olduğu kitabını, yarattığı insanın fıtratına, fiziksel ve psikolojik yapısına en uygun hükümlerle donatmıştır. Bu hükümler zamanla, yaratıcının isteği doğrultusunda fakat insana menfaat sağlamak amaçlı ve hayatın bütün yönlerini kapsayan kanunları kendisinde bulduğumuz mustakil bir ilim dalına dönüşmüştür. Bu şekilde fert ve toplum açısından, benzersiz bir ‘kanunlar manzûmesi’ ortaya çıkmıştır. İslam Fıkhı; Peygamberimiz zamanında temelleri atılan, sahabe zamanında incelikleri oluşturulan ve tabiîn zamanında da tasnif edilerek usulünün, kaidelerinin ve hükümlerinin netleştirildiği bir ilimdir. Birçok meselenin hükmü bu şekilde; ya Kur’an’dan bir ayetin veya bir hadisin delâleti (delil teşkil etmesi) ile veya sahabe ve tabiîn ulemasının delilleriyle birlikte ortaya koyduğu bir içtihad veya izah ile açıklığa kavuşmuştur.
Neticede, hükmü Allah tarafından bir kurala bağlanmayan bir mesele kalmamıştır. Bu konuda İbni Hazm: “Fıkhın bütün bölümlerinin ana prensipleri Kur’an ve Sünnet’te vardır” der. Yine Kurtûbî: “Kur’an’ın icazlarından (mucizelerinden) biri de haram, helâl ve sair hükümler gibi insanlığın ayakta durmasını sağlayan ilim olmasıdır”2 der. Bu açıklamalarımız gösteriyor ki İslam Fıkhı’nın kaynağı temelde sadece Allah ve Rasûlüdür.
İslam Fıkhı binasının kolonları mesabesinde olan dayanak ve kaynaklarını tek tek ele alacak olursak birinci kaynağın Kur’an olduğu görülür. Kur’an’ın gönderiliş amaçlarından biri de Âlim olan Allah’ın kullarına hayatları için gerekli kanunları bildirerek medenî bir toplum inşaa etmek istemesidir. İşte bu noktada, Kur’an’ın hayatımız için ne kadar önem taşıdığı ortaya çıkar.
Hz. Peygambere (s.a.v.) vahiy yoluyla gelen, mukaddes kitap olan Kur’an; ağırlığı dağların taşıyamayacağı kadar büyük, rahmeti ise âlemlere sığmayacak kadar geniş, ona sarılanlar için ‘Hablullah’ (Allah’ın ipi) ondan gaflette olanlar için ise ciğer yakan bir hüsrandır. İnsanoğluna bahşedilen nimetlerin en büyüğüdür. Yaratıcıyla konuşmanın ve O’nun sevdiklerinin ve gazaplandıklarının ne olduğunu anlamanın yegâne yolu onu okumaktır. Maalesef onun kıymetini dağ-taş bildi de onun asıl muhatabı olan insan hakkıyla bilemedi.“Şayet biz bu Kur’an’ı bir dağın üzerine indirmiş olsaydık, andolsun onu Allah korkusundan saygı ile baş eğmiş, parça parça olmuş görürdün. İşte biz, belki düşünürler diye, insanlara böyle örnekler veririz.”3
Kur’an’ın hayat kitabı olduğunun delillerinden biri de toptan indirilmemiş olmasıdır. Kendisi için zemin hazırlanmamış ve teslimiyet gerçekleşmemiş olan toplumlara en mükemmel kanunlar dahi fayda etmeyecektir. Hayatı değiştirmek fikirleri değiştirmek kadar kolay değildir. Yeni hayat tarzı eski alışkanlıkların bırakılmasını gerektirir ki, yanlış alışkanlıkları terk edebilmek ve doğru bir hayat tarzına geçiş yapabilmek, teslim olmuş insan için bile çok meşakkatlidir. Bu sebeple kolaydan zora doğru bir tedricilik gerektirir. Bu şekilde hem alışmak, özümsemek gerçekleşecek ve toplumsal yapı buna göre şekillenerek insana uygun medenî bir hayata ulaşılacaktır. Fıtratı bilen Allah (c.c.), kanunlarını insanın tepesine toptan indirmemiş, yağmurun damla damla toprağa karışması gibi hayatımıza mükemmel bir şekilde yerleştirmiştir. Ahkâmını yeri geldikçe ve sırasıyla indirmiş ve tamamını yirmi üç seneye yaymıştır. Kur’an’da başka bir açık bulamayanlar bu mükemmel terbiye metodunu bir kusur olarak saymak istemişlerdir. “İnkâr edenler dediler ki: ‘Kur’an ona tek bir defada, toplu olarak indirilmeli değil miydi?’ Biz onunla kalbini sağlamlaştırıp-pekiştirmek için böylece (ayet ayet indirdik) ve onu belli bir okuma düzeniyle (tertil üzere) düzene koyup okuduk.”4
Bununla irtibatlı olarak Kur’an’ın mekkî sûrelerinde ahkâmdan çok bahsedilmediğini görürüz. Medenî ayetlerde ise ahkâm ayetleri ardı ardına inmiştir. Mekke’de inen ayetlerin en belirgin ve ortak özelliği daha çok iman esaslarının üzerinde durması, Medine’de inen ayetlerin ağırlık noktası ise İslam Hukuku’nu yerleştirmeye çalışması olarak görülür. Bu özellikler, ayetlerin insanların ihtiyaçlarına göre ve önceden çizilmiş bir plân gereği peyderpey indiğinin delilidir.
Mekke’de otorite müşriklerin elindeydi. İnsanlar Rablerini tanımaktan uzaktı. Kendilerini doğru yaşamaya teşvik edecek olan, ölümden sonra dirilişe ve hesap vereceklerine de inanmıyorlar ve bu sebepten pervasız yaşıyorlardı. Allah (c.c.)böyle bir topluma emirlerini yükleseydi hükümler indiği gibi reddedilebilirdi. İki dönem arasındaki bu ayrım bir toplumda hükümlerin uygulanabilmesi için, önce otoritenin her yönden Allah’a verilmesi gerektiğini gösterir. Çünkü tanımadan, tam bir güven hâsıl olmadan, sevmeden ve korkmadan teslimiyet gerçekleşemez. Bu sebeple Allah (c.c.) Mekke’de namaz demekten çok ‘Allah’tan başka ilah yok’ demiştir. Bugün İslam Fıkhı’ndan bahsederken tevhidden bahsetmeyenler İslam’ın yaşanmasını istediklerini zannetseler de yüreklerde ve yönetimde hüküm koyma hakkı Allah’ın olmadığı müddetçe İslam yaşam alanına geçemeyecektir. Önce hayatımıza yön veren diğer otoritelerin baskısı kalkmalıdır ki; Allah’a boyun eğiş gerçekleşsin ve O’nun hükümleri toplumumuzu ihya etsin. Namazın, orucun, haccın fıkhî hükümlerini anlatanlar bu noktayı unutmamalıdırlar.
Kur’an-ı Kerîm’in tevatüren nakledilmiş olması en güvenilir kaynak olduğu inancımızı kuvvetlendirmektedir. Kur’an, Cibril (a.s.)ile Allah Rasûlüne vahyolunduğunda, Efendimiz (s.a.v.) onu tamamen ezberlemiş ve vefatından evvel tamamını Cibril (a.s.)’e dinletmiştir. O’ndan sonra ashabından birçoğu, gerek tamamını, gerek kısımlarını ezberlemiş ve tamamı henüz Efendimiz (s.a.v.)hayatta iken kırk kadar vahiy kâtibi tarafından yazılmıştır. Sonraları nüshaları çoğaltılarak dünyanın dört bir tarafına dağıtılmıştır. Aynı şekilde sahabeden sonraki nesil olan tabiîn nesli de onu ezber etmek ve manalarını Allah Rasûlü ve ashabı gibi anlamak konusunda titizlik göstermiş ve bunun için özel eğitim merkezleri kurmuşlardır. Bu şekilde Kur’an-ı Kerîm, “Doğrusu Kur’an’ı biz indirdik, onun koruyucusu elbette biziz”5 ayeti gereği tahrif edilme ihtimalinden tamamen uzaklaştırılmıştır. ‘Yalanlanması mümkün olmayacak kalabalıklar tarafından’ yani tevatüren nakledilmiş olması, onu koruma altına almış ve değiştirilme ihtimali akıl tarafından da reddedilmiştir.
‘Kur’an’ın tevatür yoluyla gelişi, ona kat’i bir sened vasfı kazandırmıştır. Sened bakımından tevatüre dayanan bir şey üzerinde şüphe edilemez. Aynı şekilde Kur’an’ın kıraatleri yani farklı okunuş tarzları da mütevatirdir. Allah-u Teâlâ, Kur’an’ı bu şekilde mütevatir olarak korumakla İslam Fıkhı’nın ana direğini muhafaza etmiştir. Her konuda İslam’ ın ölçüsü bu kitaptır. Bir şeyin İslam’dan sayılıp sayılmayacağı bununla ölçülür.’6
“İşte bu, indirdiğimiz mübarek bir kitaptır. Öyleyse ona uyun ve sakının ki, merhamet olunasınız.”7