Tarih

İslam Medeniyeti’nden Parıltılar -2

Paylaş:

Dergimizin 61.sayısında İslam Medeniyeti’nden bir parıltı olan, vakıf sisteminden kısaca bahsetmiştik. Bu yazımızda ise biraz daha somut örnekler vererek insanlığa örnek bir medeniyet sunan ecdadımızın bazı uygulamalarından bahsedeceğiz.

Selçuklu ve Osmanlılarda İslam Medeniyeti hâkim olduğu için kurulan vakıflar ve yürütülen çalışmalar genellikle insanların daha iyi, mutlu ve huzurlu bir hayat sürmesine yönelikti. Müslümanlar, Peygamber Efendimizin: “Komşusu açken tok yatan bizden değildir” hadisine uygun olarak sürekli çevrelerini gözetmeye çalışmışlardır. Bu amaçla maddi yönden imkânı olan Müslümanlar, diğer kardeşlerinin ihtiyaçlarını karşılamak amacıyla vakıflara Allah için infakta bulunmuşlar hatta kendileri bir hayır kurumu kurmuşlardır.

Osmanlı Devleti’nin İstanbul’u fetheden; bir çağ kapatıp yeni bir çağ açan; Peygamber Efendimizin: “Konstantiniyye / İstanbul elbet fetholunacaktır, onu fetheden komutan ne güzel bir komutan, onu fetheden ordu ne güzel bir ordudur” övgüsüne mazhar olan, Fatih Sultan Muhammed Han da bu konuda toplumuna örnek olan bir liderdi ki; onun vakfiyesinden bir bölümü aktarmak bu konuda yeterli olacaktır. “Ben ki İstanbul Fatihi aciz kul, Sultan Muhammed Han’ım. Bizatihi alın terimle kazanmış olduğum akçelerimle satın almış olduğum, İstanbul’un Taşlık Mevkiinde bulunan ve sınırları belli, yüz otuz altı dükkânımı aşağıdaki şartlar dâhilinde vakf-ı sahih eyledim. Bu gayrimenkullerden gelecek gelirlerden İstanbul’un her sokağına ikişer kişi tayin eyledim, ellerindeki kireç torbalarıyla günün çeşitli vakitlerinde sokağa çıkalar. Yerlere tükürülmüş ise üzerine kireç dökeler. Yirmişer akçe alalar…  Ayrıca on cerrah, on tabip ve üç de yara sarıcı (hemşire - hastabakıcı) tayin eyledim. Bunlar ayın belli günlerinde İstanbul’a çıkalar, istisnasız her kapıyı vuralar. O hanede hasta olup olmadığını soralar. Hasta varsa şifa vereler. Orada tedavi edilemeyecekse hiçbir karşılık beklemeksizin Darulacizeye kaldırarak orada iyileştirilsinler. Ayrıca külliyemde inşa ettirdiğim aşevinde şehit ve gazi yakınları ile İstanbul fukarası yemek yiyeler. Ancak yemek yemeye veya almaya kendileri gelemeyecek vaziyette olanların yemekleri (yapılacak hayrın kimsenin onurunu incitmeden yapılması için) günün loş karanlığında kimse görmeden, kapalı kaplar içerisinde evlerine götürüle…”

Osmanlı’da maddi imkânlarını ahireti kazanmak için kullanan başka hayırseverlerin de kurdukları ilginç vakıflar vardı. Bunlardan birkaç tanesini örnek verecek olursak…

Nurbanu Valide Sultan Vakfı: 2. Selim’in eşi, Sultan Murat’ın annesi, İstanbul’da, 1582 yılında kendi adıyla bir vakıf kurmuş; kurduğu vakıf ile Üsküdar’daki mektep öğrencilerinden fakir olanlarına senede iki defa olmak üzere, elbise dağıtmıştır. Böylece eğitimlerine devam eden, ancak maddi durumu iyi olmadığı için ihtiyaçlarını gideremeyen öğrencilerin bu konuda ki sıkıntılarını gidermiştir.

Ahmet bin Abdullah Vakfı: Helvacıoğlu Hamal tarafından, 1837 yılında Aydın’da kurulmuştur. Vakfı kuranlar vakıf amacını, “Aydın Orta Mahallesinde yaptırdığı çeşmeye yaz günlerinde 90 gün süre ile kar konularak suyun soğutulmasını sağlamak” şeklinde vakfiyeye kaydetmişlerdir.

Mürselli İbrahim Ağa Vakfı: 1189 tarihinde İzmir/ Ödemiş’de kurulmuş, Ödemiş Yeni Camii civarındaki leyleklerin beslenmesini, barınmasını, hastalanan kuşların tedavisini sağlamışlardır.

Saliha Hatun Binti Selahattin Pehlivan Vakfı: 1308 yılında Şam’da kurulmuş olan bu vakıf; karada ve denizde düşman eline esir düşen Müslümanların satın alınarak, yol boyunca yeme, içme ve giyim ihtiyacı da karşılanarak İslam beldesine ulaştırılmalarını sağlamıştır.

Zeyni Hatun Vakfı: 1558 yılında İstanbul’da kurulan bu vakıf,  gelirleriyle azatlı kölelerin fakir ve muhtaç olanlarına bin akçe ayrılmasını, eğer bu şekilde kimse yoksa başka dul ve fakir hanımların ihtiyaçları için harcanmasını, ayrıca zamanın ilkokul öğrencilerine her yıl bin akçelik kaftan ve pabuç alınmasını şart koşmuştur.

Veren el ile alan elin birbirini görmediği bir başka somut örnek ise “Sadaka Taşı” uygulamasıdır. Özellikle İstanbul’da şehrin en işlek yerlerine veya camilerin yanına dikilen bu sütun veya dikdörtgen şeklindeki taşların üzerinde çanak şeklinde bir çukur veya yan tarafında bir oyuk olurdu. Zenginler, buraya ihtiyacı olanların alması için para bırakırlardı. İhtiyacı olan da istediği zaman (hiçbir görevli olmamasına ve hiçbir kayıt tutulmamasına rağmen) sadece ihtiyacı kadar alırdı. Herkes birbirinin hak ve hukukuna riayet ediyordu. Hatta bazı zamanlar para bırakanlar o kadar çok; alanlar ise az olduğu için sadaka taşının taşacak seviyeye geldiği oluyordu.

 Allah korkusu ve ahirete iman kalbe yerleştikten sonra herkesin selamette olduğu bir hayat başlıyordu. Osmanlı’daki Allah için yapılan bu yardımlaşma ve dayanışmanın getirdiği huzurlu hayat, yabancı seyyahların da dikkatini çekmiş ve hayranlıklarını şu şekilde ifade etmişlerdir:

“Osmanlı’da yoksul var idiyse bile, Batı’daki manada değildir. Yoksullar imarethanelerde bedava yemek yiyebilirdi. İstanbullunun hayat seviyesi Parisli ve Londralınınkinden üstündü. İstanbul’da gerçek manada hayat mücadelesine bile lüzum yoktu. Her İstanbullu hayatını kazanacağının emniyeti içindeydi.”1

“İstanbul ve çevresinde 2 milyon nüfus yaşar. Buna rağmen tek bir dilenci görmedim.2

Günümüzde maalesef İslam Medeniyeti’nden o kadar uzak bir toplum haline geldik ki asker, polis, alarm, demir parmaklıklar, çelik kasalar, kamera sistemleri, özel güvenlik şirketleri vs. o kadar artmasına rağmen, hiçbir şey başkasının malına - hatta canına - el uzatılmasını engelleyemiyor. Sonuçta kendi hayatını cehenneme çeviren ve huzurlu bir hayat için çıkış yolu arayan kimseler olduk.

 Rabbimizin: “Ey iman edenler! Allah yolunda harcayın, kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayın”3 emri gereğince malımızdan, zamanımızdan, canımızdan/ömrümüzden Allah yolunda harcamayı öğrenmeli ve İslam Medeniyeti’nin canlanması için çalışmalıyız. Çünkü tüm dünya, İslam’ın selametine muhtaç…

Son söz olarak bir hadis-i şerifle yazımıza nokta koyalım: “Bir kimse, bir mü’minin dünya sıkıntılarından birini giderirse, Allah da kıyamet gününde o mü’minin sıkıntılarından birini giderir. Bir kimse darda kalana kolaylık gösterirse, Allah da ona dünya ve âhirette kolaylık gösterir. Bir kimse, bir müslümanın ayıbını örterse, Allah da onun dünya ve âhiretteki ayıplarını örter. Mü’min kul, din kardeşinin yardımında olduğu sürece, Allah da o kulun yardımındadır. Bir kimse ilim elde etmek için bir yola girerse, Allah da ona cennetin yolunu kolaylaştırır. Bir cemaat, Allah Teâlâ’nın evlerinden bir evde toplanıp Allah’ın kitabını okur ve onu aralarında müzakere eder, anlayıp kavramaya çalışırlarsa, üzerlerine sekinet iner ve kendilerini rahmet kaplar. Melekler onları kuşatırlar, Allah Teâlâ da onları kendi nezdinde bulunanların arasında anar.”4

1- Robert Matran

2- Comte de Bonneval

3- Bakara, 195

4- Müslim, Zikr 38.