Başyazı

İSLAM MEDENİYETİNİN İNŞASINDA ALLAH’IN YARDIMI VE FETH-U KARİB

Paylaş:

Kitabında haber verdiği yardım ve zafer müjdeleri ile Müslümanlara moral ve güç veren Allah’a hamd, sabrı ve tevekkülüyle örnek olan Resulüne salât ve selâm, ümmetin dirilişi için mücadele eden kardeşlerime de selâm olsun.

İnsan, yeryüzünde Allah’ın halifesi olmakla görevlendirilmiştir. Allah hiç bir peygamberi Allah’ın varlığını anlatsın, sadece öğüt versin ya da ahlakı ve bir takım şekilsel ibadetleri öğretsin diye göndermemiştir. Tüm peygamberler yeryüzünde; zulmü ve şirki ortadan kaldırmak, yeni bir medeniyet kurmak ve göklerde Allah’ın iradesi ve hâkimiyeti olduğu gibi yeryüzünde de O’nun iradesi ve hâkimiyetinin olması için görevlendirilmişlerdir. Bunu, Hz. İsa’nın sözlerinden de anlayabiliriz. İsa Aleyhi-s Selam şöyle diyordu: “Ey Rabbim! Göklerde senin iraden gerçekleştiği gibi yeryüzünde de senin iraden gerçekleşsin.”1

Allah Azze ve Celle bütün ümmetlere bir hedef göstermiştir. Bu hedef tüm dünyadır. Âyet-i Kerime’de “Fitne kalmayıncaya ve din yalnız Allah’ın oluncaya kadar, onlarla savaşın.”2 buyrulmaktadır. Yani âyet, “Tüm dünyada Allah’ın istediği düzen  meydana gelinceye  kadar onlarla savaşın.” demektedir. Bizlere bu emri veren Allah, bunun için ümmet olmamızı ister. Çünkü böyle büyük bir vazife ancak ümmet olunduğunda başarılabilir.

Ümmet olmak; yeryüzünde ‘imam’ yani ‘lider ve sorumlu’ olmak demektir. Bugün ise; Allah bu sorumluluğu, son peygamberinin ümmetine, yani bize vermiştir. Dünyada; ne kadar kula kulluk yapılıyor, Allah’a şirk koşuluyor ve haram işleniyorsa; yine, ne kadar insan öldürülüyor, ahlaksızlık yapılıyor ve yuvalar yıkılıyorsa, hepsinden ümmet olanlar sorumludurlar.

Bu emri sadece öğütle gerçekleştirmek ise mümkün olamaz. Öğütle tüm insanların nefislerini ıslah etmek mümkün olsa, hatta bütün insanlar bu davayı kabul etseler bile onları idare eden zalimler, saltanatlarını sadece öğütle bırakmayacaklardır. İşte burada, öğütten daha fazlası gerekir. İslam’da fetihlerin olmasının sebebi budur. Tarih boyunca hiçbir zaman, diktatörler kendi istekleri ile saltanatlarını bırakmadılar. Hâlbuki yeryüzünde Allah’ın istediği bir dünya meydana getirebilmek ve adaletin temin edilebilmesi için onların devrilmesi, insanların hakkı görmesi ve kabul edebilmesi için özgürleştirilmesi gerekiyordu. İşte bu sebeple İslam’da taarruz cihadı caiz görülmüştür. Dinde zorlama yoktur ama İslam’ı tanımayan tüm insanlara ulaşmak, onlara dini tanıtmak ve onları kendilerine kul yapan diktatörleri saf dışı etmek, bundan sonra insanları serbest bırakmak gerekmektedir. İslam, fertleri İslam’ı kabule zorlamaz ama zalimleri diktatörlüklerini bırakmaya zorlar.

Kuran-ı Kerim’deki âyetler gibi Hz. Peygamber de ümmetine hedef göstermektedir. Efendimiz bir hadisinde şöyle buyurur: “Allah yeryüzünü benim önüme dürdü, koydu. Bana dünyanın doğusunu ve batısını gösterdi. Bana gösterdiği bütün memleketlere ümmetim sahip olacaktır.”3 Hz. Peygamber bu şekilde hem ümmetine hedef göstermektedir, hem de ümmetinin geleceğinin parlak olacağını haber vermektedir. Başka bir hadisinde ise şöyle buyurmuştur: “Bu din bütün evlere girecek; çuldan yapılmış çadırlara da, kerpiçten yapılmış evlere de girecek, bu dinin girmediği hiç bir ev kalmayacaktır.”4

Allah Rasulü bu hadisleriyle ümmetinin geleceğinin parlak olduğunu haber veriyordu. Bir seferinde Allah Rasûlü Salallalahü Aleyhi ve Sellem: “Bizans ve Roma fetholunacaktır” buyurdu. Dediler ki “Ya Rasulullah hangisi daha önce fethedilecek? Roma’mı, Bizans mı?” Allah Rasûlü: “Herakliyus’un şehri Kostantiniyye (İstanbul) önce fethedilecek, daha sonra Roma” buyurdu. Allah Rasûlü’nün haber verdiğinin bir kısmı yani İstanbul’un fethi, 1453’te, bu müjdeden 8 asır sonra gerçekleşti. Roma henüz gerçekleşmedi, ama Roma’nın da fethedileceğini aynı peygamber haber veriyor. Bu müjde, Roma’nın da fethedileceğinin ve Hıristiyanlığın bitirileceğinin delili ve müjdesidir.

Bu müjdeler Müslümanların kalbinde; zafere kesin inanç ve ümit oluşturmak, bu şekilde Kur’an ve Sünnetin yönteminden sapmadan ilerlemelerini sağlamak içindir. Müslümanların bu ümidi, daima kâfirleri korkutmuş ve ümitsizleştirmiştir. Mekke’nin önde gelenleri de Efendimizin, bu kendinden emin tavrından bir şeylerin değişeceğini anlıyorlar hatta anlaşma yolu arıyorlardı. Onunla imanda pazarlık yapmak istiyorlardı. Allah Rasulü ise bütün tekliflerini reddederek imanda pazarlığın olamayacağını onlara ve tüm dünyaya gösterdi. Onlara; “Ben bunlar için gönderilmedim, ben sadece yeryüzünde Allah’ın dediğinin olması için gönderildim. Sizin teklif ettiklerinizle benim bir alakam yoktur” diyordu. Onlar istiyorlardı ki; Allah Rasûlü sadece ahlâktan, oruçtan, namazdan ve sadece bir takım şekilsel ibadetlerden bahsetsin. Veya fakir-fukara davası gibi bir dava başlatsın. Hâlbuki Rasulullah bunlardan hiç birini söylemiyordu. Elbette ki İslam davasında da fakirin hakkı korunacak, ahlâklı bir toplum meydana gelecektir. Rasulullah Salallalahu Aleyhi ve Sellem, ‘Le ilahe ilallah davası’ ile yani Allah’ın hâkimiyetini istemekle sadece bunları değil, hepsini gerçekleştirecekti.  

Böylece Allah Rasûlü Sallallahu Aleyhi ve Sellem, hiçbir uzlaşma teklifini kabul etmeden ve taviz vermeden davasını ortaya koyuyor ve bu yolda sadece Rabbine güvenerek ilerliyordu.

Allah’a güvenerek O’nun gösterdiği yola teslim olanlara Allah’ın yardımı mutlaka gelmektedir. Çünkü Kuran-ı Kerim’in birçok âyetinde, Allah Azze ve Celle bizlere; “yeryüzünde kâfirlerin kökünü Müslümanların elleriyle kazımak istediğini”5 haber vermektedir. Hâlbuki Allah isterse, bütün insanları Müslüman yapmaya ya da gönderdiği melekleriyle, rüzgârıyla yerden ve havadan göndereceği kuvvetleriyle kâfirleri yerle bir etmeye kâdirdir. Fakat Rabbimiz, dünyaya imtihan sebebiyle geldiğimiz için ve Müslümanlara, bu şekilde bir şeref vermek istediği için kâfirleri onların eliyle mağlup etmek istemektedir.

Kuran-ı Kerim bizlere Allah’ın; Bedir’de, Uhud’da, Hendek’de, Huneyn’de ve diğer zamanlarda mü’minlere nasıl yardım ettiğini haber verir. Bu konularla ilgili âyetlerde şöyle buyrulur; “Allah size Bedir’de yardım etmemiş miydi?”6 Diğer bir âyette de; “Allah Huneyn’de yardım etmemiş miydi, öyle ki dünya size dar gelmişti, her taraftan ok yağmuruna tutulmuştunuz. ‘Allah’ın yardımı ne zaman?’ diyordunuz” 7 buyrulur. Kur’an-ı Kerim bunun gibi âyetlerle, Allah’ın yardımının Müslümanlara, değişik zamanlarda ve sürekli geldiğini göstermektedir. Bununla, hem Müslümanlardaki kahramanlık duygularını kamçılamak ister hem de Allah’ın yardımın geldiğini göstererek, bundan sonra da böyle yardımların gönderileceğini bizlere haber verir.

Rabbimizden gelen yardımlar çeşitli şekillerde olmuştur. Allah Azze ve Celle, Enfal Sûresi’nde, Bedir’den bahsederken “onları (düşmanları), az görüyordunuz”8 buyurur. Abdullah İbni Mes’ud Radıyallah-u Anh’dan gelen bir rivayette o şöyle diyor. “(Bedir günü) baktım, düşman gözüme 70 kişi kadar geldi. Yanımdakine: ‘70 kişi kadar varlar mı?’ diye sordum, ‘bence yüz kişi kadardırlar’ dedi.”9 Hâlbuki Bedir savaşında düşmanın sayısı 1000 idi. Allah Azze ve Celle onların sayılarını az göstermek suretiyle Müslümanlara moral vermek ve korkmadan savaşa girmelerini temin etmek istiyordu. Yine Bedir Savaşı’nda Allah, İslam ordusuna melekleriyle de destek vermişti. Sahabelerden gelen rivayetlerde Bedir’de, ne zaman bir Müslüman, bir kâfirin peşine düşse ve onu öldürmek için kılıcını kaldırsa, o kâfirin kendiliğinden düştüğünü ve öldüğünü görüyor, o zaman meleklerin yardıma geldiğini anlıyordu.10

Allah Azze ve Celle, daima kendi uğrunda mücadele eden kullarının yanındadır. Onlara bazen hiç ummadıkları bir yönden ve hiç ummadıkları bir şekilde yardım eder. Bunun misalini yine Efendimizin hayatında görebiliriz. Allah Rasûlü Sallallahu Aleyhi Ve Sellem sâdıka bir rüyada Mekke’ye girdiğini ve Kâbe’yi tavaf ettiğini görmüş ve bunu sahabe-i kirama haber vermişti.11 Fakat bu amaçla çıktıkları yoldan, Kâbe’de umre bile yapamadan ve sadece Mekkelilerle antlaşma yaparak döndüler. Sahabeden birçoğu, olayı anlayamadığı için bunu bir yenilgi gibi zannetse de Allah Azze ve Celle, Fetih Suresi’nde, yapılan bu Hudeybiye antlaşmasını, ‘açık bir fetih’12 olarak isimlendirdi. Çünkü bu şekilde müşrikler ilk defa Müslümanların varlığını ve devletlerini kabulleniyorlardı. Hudeybiye Antlaşması’nın bir maddesi zahiren Müslümanların aleyhine gibi görünse de, müşriklerin Müslümanlarla antlaşma masasına oturmak zorunda kalmaları bir zafer olduğu gibi, bu antlaşma neticeleri itibariyle de büyük bir fetih olacak ve kıyamete kadar gelecek tüm fetihlerin bir başlangıcı sayılacaktı. Çünkü Müslümanlar bu antlaşma sayesinde müşriklere tebliğ edebilme imkânı bulup gönüllerini fethettiler. Aynı zamanda Mekke müşriklerinin saldırılarından kurtulup yönlerini Hayber’e çevirebildiler. Hayber’in fethine işaret olarak gelen Fetih Suresi 27. âyette “fethu karib”, “yakın fetih” buyrulmuş ve Hudeybiye Antlaşması’ndan 2,5 - 3 ay sonra Hayber fethedilmişti. 13

Fetih Suresi 18. âyette de: “Ağacın altında sana biat ediyorlarken Allah, o müminlerden râzı olmuştur. Allah, onların kalplerinde olanı bildi ve üzerlerine huzur ve güven indirdi. Ve onlara yakın bir fetih verdi” buyrulmuştur. Bu şekilde ilk önce Hudeybiye ile fetihlerin yolu açılmış, sonrasında bunun alâmeti olarak hemen  Hayber’in fethi “Feth-u Karib” nasib edilmiş, ondan sonra hızla gelişen gâlibiyetler ve Mekke’nin fethi gerçekleşmişti. Allah mü’minlerin yolunu açmak istediğinde bu, hızla gerçekleşecektir ve Allah, bir hareketin önünü açmak isterse buna kimse mani’ olamayacaktır. Müslümanlara düşen ise bu vakit gelene kadar sabırla yola devam etmektir.

Tarihimizde bunun misalleri çoktur. Ayrıca bu misaller, Allah’ın yardımına güvenerek yola çıkanlara, Allah’ın her zaman ve mekânda yardım edeceğinin delilidir. Bu yardımların gelmesinin tek şartı; Müslümanların sadece Allah’ın rızasını kazanmayı ve dünyada sadece O’nun hâkimiyetini gerçekleştirmeyi gaye edinmeleri ve bu yolda fedakârca çalışmalarıdır.

Bazı insanlar, Allah’ın yardımının geleceğinden emin değillerdir. Allah’ın yardımından emin olmayanlar, en ufak tehlikelere bile göğüs geremezler ve Allah yolunda mallarından, canlarından fedakârlık yapamazlar. Allah’a tevekkül de edemezler ve kendi görevlerini unutur, Allah’ın görevini düşünürler. “Ya Rabbi ne zaman yardım edeceksin” diye dua ederler ama onlar kendi görevlerini yapmadıkları müddetçe Allah yardımını göndermeyecektir. Müslümanın görevi, Allah’ın emirlerini yerine getirmek ve yeryüzünde Allah’ın hâkimiyetini sağlamak için gece gündüz çalışmaktır. Allah Azze ve Celle’de, böyle gayret sarf edenlere elbette yardımını gönderecek, onlara yollarını açacak ve büyük zaferlerden önce yakın fetihler vererek, bununla büyük fetihlerin önünü açacaktır.

Allah’ın yardımına güvenen insanlar ise; kendi görevlerini iyi bilirler ve Allah’ın görevine karışmazlar. Allah ne emretmişse onu yapmaya çalışırlar. Allah’ın yardımının geleceğinden emin olurlar ve Allah’ın davasını yeryüzüne hâkim kılmak için her şeylerini ortaya koyarlar.

Bugün de; fetihler gerçekleştirecek bir nesle ihtiyacımız vardır. Fetihler gerçekleştirmek ve bununla gerçek bir medeniyet inşaa etmek isteyenler, peygamberleri gibi tavizsiz olmalı, küçük adımlarla ilerlediği günlerde bile, önlerinin açılacağı ümidiyle sabırlı ve istikrarlı olmalıdırlar. Allah ve Rasûlü’nün metodunu takip etmeye çalışmak, ilk yıllarda zor olacaktır. Müslümanlar bazı riskler göze almak zorundadırlar. Fakat kısa zaman içinde başarılar gelmeye başlayacak, önleri ansızın açılacaktır Allah’ın izniyle.

Bunlar, elbette cemaatimiz için de bir müjdedir. Allah, sadece O’nun hâkimiyetini hedef edinen bu hareketin de önünü açacak ve yakın fetihler nasib edecektir. Çünkü bu, sünnetullahtır. Hareketimizin şehirlere ve ülkelere yayılması da bunun bir alâmeti ve delilidir.

İşte bu; Kur’an’ın ifadesiyle, öncesinde “feth-u mübin” yani hareketin önünün açılması, sonrasında ise “feth-u karib” yani en yakın bir zamanda bir zaferin verilmesi, daha sonrasında da büyük zaferlerin nasib edilmesidir. *

* Muhterem Hocamızın; “İstanbul’un Fethi ve Mesajı”,  “Mekke’nin Fethi ve Fethin Ruhu” adlı konferanslarından ve “Allah’ın yardımı (1995) konulu kasetinden” adlı Hazırlanmıştır.