Allah (c.c.) insanı zorluk ve meşakkat içerisinde yaratmış ve hayat boyu sürecek olan bir mücadeleyi insana yüklemiştir. İnsanın içindeki bitmeyen savaş iki cephe arasında gerçekleşir: Nefis cephesi ve ruh cephesi. Ruh, yükselme arzu ve istidadında, nefis ise ruhun bu arzusuna inat, basit ve değersiz şeyleri isteme tutkusuyla yaratılmıştır. Yükselmek, ruh için hayatî önem taşır. Eğer yükselmezse, nefsin basit değer yargıları onu kendine mahkûm edecek ve huzurlu yaşamasına müsaade etmeyecektir. Hâlbuki ruhun en büyük isteği özgürlüktür. Yücelerek ve yükselerek huzura kavuşmak ister. Ruh gözünü en yükseklere, zirveye dikmiş, kemaliyata ulaşmak isterken, nefsin arzu ve istekleri onu aşağı doğru çekmeye çalışmaktadır. Dolayısıyla ruhun yükselmesi, kemaliyata ermesi, nefsin arzu ve isteklerinden kurtulabilmesine bağlıdır. Nefsi ne kadar aşabilirse o kadar yükselecek, ne kadar yükselirse o kadar huzura erecektir. Ve dünyada yükseldiği bu manevi mertebeleri aynen ahirete de yansıtacaktır. Huzur ve mutluluğa erme yönüyle bakıldığında, ruh istediklerini elde ederse cennetin küçük bir misalini dünyada yaşaması mümkün olacaktır. Aksi ise (yani nefsin ruh üzerinde egemen olması) ruh için bitmek demektir. İnsanlığın kemâline ermekten mahrum kalmak, erişemediği mertebelerin, ulaşamadığı zirvelerin acısına boğulmak demektir. Hâlbuki insanın insan olması, ruhun yükselmesine bağlıdır. Ayrıca insan, nefsi arzularını yenebildiği nispette insandır. Bu dinin en büyük özelliklerinden birisi, insanı insan yapması ve yüceltmesidir. İşte bu nedenle Allah (c.c.), Kur’an’da daima yükselmek isteyen ruha yardımcı olmuş ve ona nasıl yükseleceğinin yolunu göstererek elinden tutmuştur. Kur’an, “Aradığım olgunluğa nasıl ulaşacağım, özlediğim mertebelere nasıl ereceğim ve en sonunda kemaliyatı nasıl elde edeceğim” diye adeta acıyla feveran eden ruha “En sevdiklerinizi feda etmeden iyiliğin kemaline ulaşamazsınız”1 diye nida etmektedir. Zorlanmadan, en zor geleni yapmadan kemale ulaşamazsınız demektedir. Kolay geleni yapmak ya da vermek kemale ulaştırmaz. Çünkü büyük mertebeler bedelsiz kazanılmaz. Büyük mertebelerin bedeli de imtihanı da büyük olur. Muhterem Hocamızın ifadesiyle “Büyük makamlar zor imtihanlarla elde edilir. Büyük makamların imtihanı insanı yaşlandırır” Çünkü hakikatte insanı yükselten zorluktur. Bir insanın bir mertebeden diğerine geçmesi, yaşadığı zorluk ve acılarla mümkündür. Bir çocuk bile büyümenin bedelini dişi çıkarken, yürümeye çalışırken zorlukla öder, ondan sonra büyür. İnsanı büyüten ve ruhu olgunlaştıran da yaptığı büyük davranışlardır. En sevdiklerini feda etmek bu davranışların en önemlisidir. İşte büyükler, böyle davranışlarıyla büyük olmuşlar ve nasıl büyük olunacağını da bize öğretmişlerdir. Eğer İsmail’i kurban etmemiş olsaydı, Hz. İbrahim (a.s.) bu kadar büyük olamayacaktı.
Hz. İbrahim’i İbrahim yapan, İsmail’i kurban edebilmesidir. Allah yolunda çok çeşitli imtihanlardan geçen Hz. İbrahim’in, bu sefer ki imtihanı hepsinden daha büyüktü. Yıllarca evladı olmamış, en sonunda Allah (c.c.) bir erkek evlat nasip etmişti. Bir baba olarak evladını yanında büyütmek, yedirmek, içirmek, kollamak isterken Allah, onu annesiyle bir vadiye bırakmasını emretmişti. Hz. İbrahim yüz asmadı, ah etmedi, “niye böyle” demedi, teslimiyetle boyun eğdi. Oğluna kavuştuğunda, beraber iş yapabileceği, derdini anlatabileceği bir çağa, neredeyse delikanlılık çağına ermişti. Çok seviyordu Hz. İbrahim oğlunu. İşte tam sevgisinin gitgide artmaya başladığı anda Allah, rüyasında “Oğlunu keseceksin” dedi. “Kendini kes” deseydi, bu kadar ağır gelmezdi Hz. İbrahim’e. Zaten ateşe atılmakla kendini feda etme imtihanını geçmişti. Şimdi sıra en sevdiklerini Allah yolunda feda etmedeydi. Şu bir gerçektir ki, dünyevi sevgiler zamanında teşhis ve tedavi edilmezse giderek büyüyerek zaaf haline gelir ve zaaf noktasına geldikten sonra, artık mesele kangrene dönüşmüş demektir. Nasıl kangren olmuş bir uzvun tedavisi ancak o uzvun kesilmesi ise, aynı şekilde zaafa dönüşmüş sevginin çaresi olmayacaktır. İşte, bu tür sevgilerin zaafa dönüşmemesi için yapılması gereken, sevilenlerin birer kurban olarak Allaha sunulması, yani gerekirse Hak yolunda vazgeçilmesidir. Aksi takdirde, hem seven, hem de sevilen Allah’tan uzaklaşmakla bundan zarar görür. İşte Allah (c.c.) merhametiyle Hz. İbrahim’in sevgisi zaafa dönüşmeden olaya müdahale etti. Çünkü büyüklere zaaf yakışmazdı. Hz. İbrahim karşısında “sana emredileni yap, beni sabredenlerden bulacaksın” diyen güçlü ve sabırlı bir İsmail buldu. İşte bu yüzden çok seviyordu İsmail’i. Tıpkı Yakup’un sevgili oğlu Yusuf gibi. Hz. İsmail (a.s) bir kurban olduğunun farkındaydı, kime kurban olduğunun da. Baba - oğul bu badireyi atlattıktan sonra, sıra en zor kısma gelmişti ki, Allah’ın yardımı yetişti. Tıpkı bir kurban keser gibi oğlunu kesmeye yatırmış bir babaya ve bıçağın altına kafasını koymuş bir oğula Allah bir kurbanlık armağanıyla müjde verdi. Zaten Allah (c.c.), gerçekten kesmesini değil, kalbinden kesmesini, sevgisinin dengelenmesini murat etmişti. “Her şeyinizi benim uğrumda teslimiyetle feda edin” demek istiyordu ve çağlar boyu devam edecek bir ibadetin, bir peygamber eliyle, böyle anlamlı bir törenle başlamasını ve unutulmamasını istemişti.
Kurban, Allah (c.c.) tarafından, Müslümanlar kalplerindeki dünyevî sevgileri Allah yolunda feda etmeleri gerektiğini unutmasınlar diye, Hz. İbrahim’den bu yana sürdürülmüştür. Bugün bir tarafta kurbanını kesip ruhunu anlamayanlar, diğer tarafta ruhunu anlamadığı gibi şeklini de kabul etmeyenler var. Bir tarafta hakkın kurbanları, diğer tarafta bâtılın kurbanları var. İslam âleminin derin acılar içinde inlediği şu zor dönemde, düştüğümüz durumun kurbanın bize vermeye çalıştığı ruhun anlaşılmaması ile yakından ilgisi vardır. Evet, kalplerde dünya sevgisi arttıkça arttı, kimse artık İsmaillerini feda etmiyor. Hâlbuki her insanın bir İsmail’i var. Adı ne olursa olsun, en sevdiği şey kişinin İsmail’idir. İsmail varsa kesmek de var. Zaten İsmailler kesmek için, kesip yücelmek için var. İsmail bir imtihan. Onunla yükselmek de, kaybedip düşmek de insanın elinde. Müslümanlar İsmaillerini kesmek yerine İsmaillerini arttırdı. Her gün daha çok dünyaya bağlandı. Dünyaya bağlandıkça da Allah (c.c)’tan ve Onun davasından daha çok uzaklaştı. Şimdi artık kimse rahat evlerini, lüks otomobillerini, çok sevdikleri evlatlarını, çok meraklı oldukları makamlarını Allah için feda edemiyor. İsmailler kesilmek yerine köşe bucak saklanıyor. Allah (c.c.) da kesilmeyen İsmaillerin bedelini düşmanı başımıza musallat ederek bizden istiyor. Kesilmeyen bir İsmail yerine binlercesini kurban vermek zorunda kalıyoruz. Bugün ödediğimiz kefaret kesilmeyen, kalpte büyütülen dünyevi sevgilerin kefaretidir. İsmaillerini kesmeyenler, bundan çok daha ağır kefaret ödemek zorunda kalacaklarını bilmelidirler. Hâlbuki İsmail’ini kesmek üzere hazırlayana Allah (c.c.), İsmail’ini bağışladığı gibi, kendi lütfundan daha fazlasını da verecektir.
Bugün Müslümanlar ağır kefaretlerden kurtulmak ve Allah’ın lütfuna ermek için, gerek kendi canlarını gerekse en sevdiklerini İbrahimce Allah’a sunmayı öğrenmelidirler. Allah için rahatlarını, lükslerini, arzularını ve istediklerini terk etmeyi başarmalıdırlar. Secdeye başlar birer adak olarak konulmalı, bu şekilde her namazda canlar, tekrar tekrar Allah’a kurbanlar gibi sunulmalıdır. Hizmetler adanmış ve teslimiyetkâr bir ruhla hâlisane yapılmalı, davranış ve hareketler bir adağa yakışır tarzda olmalıdır. Hiç kimse, kesmek için yatıran bir baba, mabede adayan bir anne beklemeden, kendisini kurban olarak Allah’a sunmalıdır. Bu şekilde Allah’a sunulan kurbanların sayısı her geçen gün artmalı, her doğan Allah’a adanmalıdır. Bu şuurla gerçekleştirilen kurban ibadeti ümmetin yeniden uyanışına ve Allah’ın bağışlamasına neden olacaktır.
Herkes bu bayram kurbanlara dikkatle baksın, baksın da gören gözler hayvandan ibret alsın, kendine ders çıkarsın. Bismillah-i Allah-u ekber! Yeniden Allah’ın adıyla adamaya ve adanmaya…
- Al-i İmran, 92