Kıymetli okurlarımız! Önceki sayımızda, İslamî hareketin geçtiği yeni merhalenin özelliklerine değinmiştik. Bu sayımızda, Müslümanların düşmanlarından icâre talebinde bulunmasının hareket metodundaki yerini ve Efendimiz’in davanın tebliği için başvurmuş olduğu yöntemleri sizlere aktaracağız.
Münir Muhammed GADBAN
İbn İshak’ın rivayetine göre, Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem Tâif’ten döndükten sonra, Mekke’ye girmek istediğinde, Ahnes bin Şerik'e haber göndererek onun icâresi altına girmek istemişti. O da: “Ben sizin müttefikinizim, müttefik olan bir kimse icâre altına alamaz” diyerek, Rasulullah’ın teklifini reddetmişti. Bunun üzerine Süheyl bin Amr’a haber göndermiş, o da: “Amr Oğulları, Kaab Oğullarını icâre altına alamaz” demişti. Sonra Mut’im bin Adiy’e haber göndermiş, o Rasulullah’ın teklifini kabul etmişti.
Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem, Mut’im bin Adiy’in bu iyiliğini unutmamış ve Bedir’de, Kureyş’in yetmiş güçlü savaşçısını esir ettiklerinde: “Eğer Mut’im bin Adiy sağ olsaydı, bu kokuşmuşları ona hibe ederdim” demiştir. Çağdaş İslamî hareketimizde bu olguyu idrak etmeye ne kadar da ihtiyacımız var.
Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem bizlere, kâfir olsalar bile, iyilik yapan kişilere mukabelede bulunmamızı, putperest olsalar dahi, layık olanlara karşı sevgiyi muhafaza etmemizi, bizi koruyan düşmanla, bize karşı savaşan düşmanı nasıl ayırt edeceğimizi öğretiyor.
DAVANIN TEBLİĞİ İÇİN KABİLELERDEN EMİN BİR YER VE HİMAYE TALEBİNDE BULUNMAK
Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem peygamberliğinden üç sene sonra davayı açığa vurduğu andan itibaren devamlı olarak Arapların pazar ve panayırlarına gidiyor ve insanları Allah’a inanmaya davet ediyordu. “La İlahe İllallah deyin, felah bulursunuz” diyerek onları putlara tapmayı bırakmaya davet ediyordu. Ama bu senenin panayırında, -peygamberliğin onuncu yılı- durum öncekinden daha değişikti.
Bu davet, Allah’ın davetini tebliğ edebilmek için Arap kabilelerinden açıkça bir himaye talep etmek anlamına geliyordu. Bu davetten anlaşıldığına göre kabilenin Müslüman olması zaruri değildi. Matlup olan, Allah’ın davetini tebliğ edebilmek için lazım olan himayeyi temin edebilmekti. Önceki dönemde kendisini himaye edenlerin hepsi Müslüman olmamıştı. Hatta onların başlarında bulunan Ebu Talib bile bu yeni dine girmemişti. Peygamberliğin on birinci yılında, kendilerine İslam arz edilen ve nusret talep edilen kabileler şunlardı: Amir Oğulları, Şeyban bin Salebe, Kelb Oğulları, Hanife Oğulları ve Kinde Oğulları. Hanife Oğullarının tepkisi diğerleri gibi kötü değildi. Kelb Oğulları’nın da bir öbeği gelip: “Şüphesiz Allah babanızın ismini iyi kılmıştı” deyip O’nu yadırgayarak, davasını kabul etmemişlerdi. Kinde Oğulları da davetini kabul etmemişlerdi.
İslâmî hareketin zayıf kalma durumunda müşriklerin himayesini kabul etmesi mümkündür, fakat bu düşmana kendi ismiyle hükmetme ve otorite sahibi olma hakkını vermesi ve düşmanın bu durumu kendi emellerine alet etmesi İslamî ölçülere göre merduddur. Şüphesiz burada kavmi olan Kureyş'e sığınmaksızın niçin onlardan sığınma talebinde bulunduğu hakkında akla birçok soru gelebilir. İşte Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem’in: “Kureyş Allah’ın emrine karşı çıktı. O’nun elçisini yalanladı ve batılı hakka tercih etti. Şüphesiz Allah her şeyden müstağnidir ve bütün övgüler O’nadır” sözü de bu soruları ortadan kaldırmaktadır.
BAKIŞLARIN ÇIKIŞ MERKEZİNE YÖNELTİLMESİ
İbn İshak şöyle demektedir: “Allah Azze ve Celle, dinini üstün kılmak, Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem’i izzetlendirmek ve O’na olan vaadini gerçekleştirmek istediği zaman, Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem Ensar’dan bir grupla karşılaştığı panayıra çıkmıştı. Her panayırda yaptığı gibi kendini Arap kabilelerine tanıtarak tebliğde bulundu. Akabe'de olduğu bir sırada Hazreç’ten bir grupla karşılaştı. Allah bunların hayra ermelerini nasip etmişti.
Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem onlarla karşılaştığında, onlara: ‘Siz kimsiniz?’ diye sordu. Onlar da: ‘Hazreç’ten bir grubuz’ dediler. Rasulullah: ‘Yahudilerle dost olanlardan mısınız?’ diye sordu. 'Evet' dediler. Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem: ‘Sizinle konuşmam için, oturmaz mısınız?’ diye sordu. ‘Otururuz’ dediler ve birlikte oturdular. Rasulullah, onları Allah’a davet etti. İslam’ı anlattı ve onlara Kur’an okudu.
Allah’ın onlara İslam’la bahşettiği bir şey de şuydu: Memleketlerinde onlarla beraber Yahudiler de oturmaktaydı. Yahudiler kitap ve ilim ehli idiler. Onlar ise putperesttiler. Yahudiler kendi memleketlerinde onları istila altına almışlardı. Aralarında bir şey olduğu zaman onlara: “Şu anda, Allah’ın göndereceği bir peygamberin ortaya çıkmasının zamanı yaklaştı. Biz ona tâbi olacağız ve Ad ile İrem’in katledildikleri gibi onunla beraber savaşıp sizleri katledeceğiz” diyorlardı. Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem bu grupla konuşup onları Allah’a davet ettiği zaman, birbirlerine: “Allah’ın adına yemin ederim ki, iyi bilin, bu, Yahudilerin kendisiyle sizi tehdit ettikleri Peygamber’dir. Sizden önce ona ulaşmasınlar” deyip Rasulullah’ın davetine icabet etmişler, O’nu tasdik edip, İslam hakkında anlattıklarını kabul etmişlerdi. Ve “Biz milletimizi, hiçbir milletin içinde bulunmayan bir tefrika ve şer içerisinde bıraktık, umarız ki Allah seninle onları bir araya getirir. Onların yanına gidip, onları dine davet edeceğiz. Bu din hakkında seni tasdik ettiğimiz şeyleri onlara anlatacağız. Eğer Allah onları senin etrafında toplarsa, senden daha şerefli bir adam olamaz” dediler. Sonra memleketlerine dönmek üzere Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem’in yanından ayrıldılar. O’na inanmış ve O’nu tasdik etmişlerdi. Bana anlatılanlara göre bunlar Hazreç’ten altı kişi idiler.
Medine'ye kabilelerinin yanına döndüklerinde, onlara Allah’ın Elçisi’nden bahsettiler. Onları İslam’a davet ettiler ve bu haber her tarafa yayıldı. Ensar evlerinde Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem’den konuşulmayan hiçbir ev kalmamıştı.
Bu altı kişinin Müslüman olması, yeni bir ümit çekirdeğini ortaya koymuştur. Medine’de Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem için ortam hazırlamışlar, ihtilafları azaltmışlar, inanan ve tasdik eden bu altı kişi orada tebliğin öncüleri olmuşlardır.
- İcâre: Himaye ile eş anlamlıdır. Aralarındaki fark ise, himaye hısım akraba ve yakınlarını koruma altına almasıdır; icâre ise kişinin bir yabancıyı yanında koruma altına almasıdır.
* Münir Muhammed Gadban, Nebevi Hareket Metodu, syf: 145-162