Duruş; bir olay karşısında alınması veya gösterilmesi gereken tavırdır. Her insan olaylar karşısında kendince bir reaksiyon gösterir. Genellikle gösterilen bu reaksiyon, o kişinin bilgi birikimi, hayat görüşü, prensipleriyle paralellik arz eder. Müslümanlar olarak dinamik, hayatın içine müdahil olan bir dine mensubuz. Dinimiz İslam, her alanda bize yol gösteriyor, içerdiği emir ve yasaklarla bize şahsiyet kazandırıyor. Dinimizin bize kazandırmak istediği Müslüman şahsiyeti, nerede, nasıl davranacağımızı belirleyen en önemli göstergedir. İmtihan dünyasında bize bahşedilen ömür sermayemizi tüketirken en çok dikkat etmemiz gereken şey, yaptıklarımızın Allah’ın rızasına uygun olup olmadığıdır. Mademki bu hayatın hesabını Allah Azze ve Celle’ye vereceğiz o halde O’nun gösterdiği yoldan gitmek, O’nun kriterlerine göre yaşamak, O’nun razı olduğu şahsiyete bürünmek durumundayız. Aslında içinde yaşadığımız hayatın her alanına İslam’ın dürbünüyle bakabilsek Müslümanca duruş sahibi olabiliriz.
Tarihi seyir içerisinde bakıldığında konu gerçekten çok mühimdir ve bugün Müslümanlar olarak kaybettiğimiz değerlerden birisi de İslami duruşumuzdur. Geçmişte ecdadımızın sergilediği şahsiyetli duruş, ahlak ve yaşantı vesilesiyle niceleri İslam’a meylettiler. Bu şekilde kim bilir kaç insanın kalbi İslam’a ısındı veya kaçının hidayetine vesile olundu? Geçmişe bakıp övündüğümüz bu durumu günümüzle kıyaslayalım. Acaba bugünün Müslümanları göstermesi gereken tavrı göstermeyerek kaç insanın İslam’dan soğumasına hatta farklı din anlayışlarına kaymalarına sebep oldular? Mesele o kadar ciddidir ki, eğer İslam’ın gösterdiği duruşu sergileyemezsek belki uzun yıllar hizmet ederiz, çokça emek harcarız ancak yine de neslimizi koruyamayız. Son yıllarda yeni nesil deizme veya ateizme kayıyorsa bugünün Müslümanları olarak bunda vebalimizin olduğunu bilmemiz gerekir. Kur’an’daki geçmiş peygamber kıssalarından ve Efendimiz Sallallahu Aleyhi ve Sellem’in hayatından olması gereken Müslüman tavrına dair çok sayıda örnek bulabiliriz. İlgili örneklerden birkaçına bakalım ve bugün o tavrın neresinde olduğumuza karar verelim.
Müslümanca Duruşa İslam Tarihinden Örnekler
Evvela şunu vurgulamak lazımdır. İslam tarihi boyunca gösterilen tüm güzel şahsiyet örnekleri, temelini Tevhid inancından almaktadır. İnsanları yalnız Allah’a kulluğa davet eden ve başka hiç kimsenin önünde eğilmeyen kişilere dönüştüren Tevhid anlayışıdır. Kur’an, Müslümanca duruşu bize birçok peygamber kıssasıyla haber vermektedir. Onların her biri davasını Tevhidi söylemle ortaya koydu ve asla bu noktada geri adım atmadı. En eski peygamberlerden Hud Aleyhisselam’ın sözüne kulak verelim: “Ey kavmim! Var gücünüzle yapacağınız ne varsa yapın! Ben de görevimi yapmaya devam edeceğim. Perişan edecek azabın kime geleceğini ve yalancının kim olduğunu ileride anlayacaksınız...”1 Bu sözler, Allah’ın kendisine verdiği görevden zerrece taviz vermeden mücadeleye devam edeceğini, kâfirlerin hiçbir tehdidine kulak asmadığını gösteren ifadeler değil midir?
Yine Kur’an’ın tek başına ümmet olarak tanımladığı Hz. İbrahim Aleyhisselam’ın tavrına bakalım. Hz. İbrahim, kavminin tapmış olduğu gök cisimlerinin (Yıldız, Ay ve Güneş) birer mahlûk olduğunu, dolayısıyla ilah olamayacağını ispat etmiş, sonra da “Gerçek şu ki, ben bir muvahhid olarak yüzümü gökleri ve yeri yaratana çevirdim. Ve ben müşriklerden değilim”2 diyerek onların içinde bulunduğu batıl sistemi reddetmişti. Kavmi onunla tartışmaya, içinde bulundukları sistemle onu tehdit etmeye başlayınca, onlara: “Allah’ın, size, hakkında hiçbir delil indirmediği şeyleri O’na ortak koşmaktan korkmuyorsunuz da ben sizin ortak koştuğunuz şeylerden ne diye korkayım?”3 diyerek, asıl korkulması gereken merciin Allah olduğunu, yalnızca O’nu dikkate alacağını ifade etmişti.
Bu ifadeler, şirki reddeden, Tevhidi ortaya koyan ve kavimlerinin her türlü tehditlerine rağmen asla mücadeleden ayrılmayacaklarını, bu yolda taviz vermeyeceklerini belirten veciz sözlerdir. Hz. Peygamber de, onların takipçisi olarak Tevhid ile ortaya çıkmış ve asla küfre boyun eğmemiş, onların uzlaşma tekliflerini kabul etmemiştir. Bu tavizsiz dik duruş ilk günden itibaren Müslümanların olaylar karşısında nasıl davranmaları gerektiğini öğretmiştir. Ilımlı veya aşırı olmadan dengeli olmayı gerektiren Nebevi metot sayesinde Müslümanlar ne dinlerinden taviz veriyor ne de saldırganca bir tutum izliyorlardı. Çünkü Kur’an’ın ilk ayetleri Hz. Peygamber’e ve beraberindekilere kâfirlere itaat etmemeyi, bununla birlikte saldırmamayı öneriyordu. Rasulullah da bu dengeli tavrı sabırla muhafaza ediyordu. Mekke’nin zor şartlarına rağmen gösterilen bu izzetli tavır ashabın şahsiyetini şekillendirmiş, bu Rabbani metot sayesinde Ebubekirler ve Ömerler yetişmiştir.
İmanın kişiye nasıl şahsiyet kazandırdığının en bariz örneği sihirbazlar kıssasıdır. Musa Aleyhisselam’ın asa mucizesini gören Firavun onu yenmeleri için şehrin en ünlü sihirbazlarını getirtmişti. Galip geleceklerinden emin olan sihirbazlar, Firavun ile ödülün ne olacağını konuşmuşlar ve akabinde Musa Aleyhisselam ile yarışmaya başlamışlardı. Ellerindeki ipleri ve asaları: “Firavunun izzetiyle (onun üstünlüğü adına)”4 diyerek atmışlardı. Bu ifade çok çarpıcıdır. İzzeti, şerefi dünyevi güç ve iktidar mensuplarında görenlerin, o servetin getirdiği itibara meyledenlerin düştüğü acınası durumdur. Fakat Musa Aleyhisselam’ın asa mucizesini görüp iman ettikten hemen sonra, izzet ve menfaat bekledikleri çağın en büyük zaliminin tehditlerine karşı: “Hiç zararı yok, istediğini yap, biz nasılsa Rabbimize döneceğiz”5 diyebilme cesaretini göstermişlerdi. Onların imandan sonraki bu sebatkâr tavırları Müslümanca duruşa güzel bir örnek iken, yıllarca Firavun’un zulmü altında köleleşmiş İsrailoğulları’nın Musa Aleyhisselam’a tavırları ise tam bir eziklik örneğidir. Firavun’un zulmünden kurtulan İsrailoğulları’na çölde (Allah Azze ve Celle tarafından) bıldırcın eti ve kudret helvası ikram ediliyordu. Bir süre sonra artık bunu beğenmeyip yerin bitirdiği sebze/meyvelerden istediklerinde, kendilerine Arz-ı Mukaddes’e girmeleri emredilmişti. Fakat oradaki kavimden çekinip savaşmak istemediler ve “Ey Musa! Sen ve Rabbin gidin savaşın, biz burada oturacağız”6 dediler. Bir tarafta yeni Müslüman olan sihirbazların izzetli duruşları, diğer tarafta Hz. Musa’nın eğitiminden geçmiş ancak kalplerindeki buzağı sevgisini atamamış İsrailoğulları’nın zillet içerisindeki halleri…
Hılfu’l-fudul olayı, Hz. Peygamber’in hayatında İslam öncesinde vuku bulan bir hadisedir. Bir adam malını getirmiş ve Mekke’de birine satmıştı. Fakat malını satın alan kişi bu adamın parasını vermemişti. Malı gasp edilen kişi Ebu Kubeys dağına çıkıp Mekkelilere seslendi. Uğradığı haksızlığı şiirle anlatıp, serzenişte bulundu. Bunun üzerine Kureyş’in ileri gelenlerinden duyarlı bir grup insan (Hz. Peygamber de oradaydı) Abdullah b. Cud’an’ın evinde toplanıp bu haksızlığa bir çözüm aradılar. Bundan böyle Mekke’de benzeri bir zulme kim uğrarsa, mazlumun hakkını zalimden alacaklarına dair sözleştiler. Peygamber Efendimiz, bu cemiyet hakkında nübüvvetten sonra şöyle buyurmuştur: “Abdullah bin Cud’an’ın evinde amcalarımla birlikte, Hılfu’l-fudul’de hazır bulundum. O meclisten o kadar memnun oldum ki, ona bedel bana kızıl develer verilse o kadar sevinmezdim. O antlaşmaya şimdi de çağrılsam yine icabet ederim.”7
Hz. Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem’in zulüm karşısındaki tavrı demek ki budur. Mazlumun kim veya hangi dinden olduğuna bakmadan ona yardım etmeyi esas alıyor. Bugün memlekette hukuk rafa kaldırılmış, zulüm yaygınlaşmış, insanlar her gün türlü haksızlıklara uğramışken, en asgari müşterek olan insan hak ve hürriyetleri paydasında bile birleşemiyoruz. Hapishanelerde yüzlerce çocuklu kadın, onlarca yaşlı ve hasta mahkûm var. Hatta içlerinde son evreye gelmiş kanser hastaları var. Buna rağmen tahliye edilmiyorlar ve birçoğunun hapishanede ölmesine göz yumuluyor. Sosyal medyada görülen kadarıyla son zamanlarda kaç tane yaşlı insan hapishanede vefat etti. Onlardan kaçı bu toplumu ve zulümler karşısındaki suskunluğunu Rabbine şikâyet etti biliyor muyuz? Tıpkı Şeyh Ahmet Yasin gibi…Mektubunda “Allah’ım, ümmetin suskunluğunu sana şikâyet ediyorum” demişti merhum.
Koşan adam misali olmak, seyirci olmamak İslam’ın olaylar karşısında almamızı istediği bir duruştur. Yasin Suresi’nin ikinci sayfasında bir kıssada bahsi geçer. Bir şehre gönderilen elçiler halka gelip, onları şirkin karanlığından Allah’ın nurlu yoluna davet ediyorlar. O kavim elçilere sert davranıyor ve hatta eğer gitmezlerse taşlayacaklarını söylüyorlar. İşte tam da bu anda şehrin diğer ucundan olayı görüp seyirci kalmayan adamın tavrı Kur’an’ın övdüğü bir tavırdır. Olay mahalline koşarak gelen adam, elçileri destekleyici tarzda konuşuyor ve kavmine nasihatte bulunuyor. Kavmini, elçilere uymaları noktasında uyarınca kavmi onu taşlayarak öldürüyor. “Adama, haydi gir cennete” denildiğinde, onun son sözleri “Keşke benim kavmim bilseydi” şeklinde olmuştur.8 Bu kıssada olaylara seyirci kalmamak, olumlu yönde müdahil olmak Müslümanca bir tavırdır ve Allah Azze ve Celle böylesi bir tavırdan razı olmaktadır.
Buna benzer bir hadise (Bi’ri Maune faciası) siyer kaynaklarımızda geçmektedir. İslam’ı öğrenmek için Peygamberimiz’den davetçi ve hoca isteyen bir kavme gönderilen yetmiş sahabi, tuzağa düşürülmüş ve şehid edilmişlerdi. Onlardan ilk şehid edilen Haram b. Milhan Radıyallahu Anh olmuştu. Ona saldıran kişi arkasından yanaşmış ve sırtına mızrağını saplamıştı. Haram b. Milhan, mızrağın açtığı yaradan fışkıran kana ellerini bulayıp yüzüne ve başına sürerek, “Kâbe’nin Rabbine yemin ederim ki ben kazandım” diye bağırdı.9 Ölüm anında söylediği bu sözler kendisini şehid edeni çok etkilemiş, sonrasında Müslüman olmasına vesile olmuştur.
Irkın ve rengin değil de dinin ölçüsü takvanın üstünlüğünü ortaya koymak Müslümanca bir tavırdır. Bugün ulus devletlerin bünyesinde, ırkçılığın, ulusçuluğun ümmet anlayışını yıkmaya çalıştığı bir zamanda İslam’ın bu konudaki tavrını, sağa sola bakmadan net bir şekilde ortaya koymak evrensel İslam kardeşliği açısından çok önemlidir. Bu tavır, ırkı ve rengi yüzünden ötekileştirilen, ezilen mazlum milletlere bir umut ışığıdır. İklim ve şartları bahane ederek sadece uzak diyarlardaki soykırımları ve haksızlıkları dile getirip kendi topraklarımızda yapılanları es geçmek, kardeşliğimize ve samimiyetimize vurulacak en büyük darbedir.
Yabancı kültür ve kaynaklara karşı öncelikle asli kaynaklarımıza dönmek, evvela onlardan beslenmek de Müslümanca bir tavırdır. Eğitime de bu şekilde temelden başlamak, daha sonra diğer kültürlerden istifade etme yolunu tutmak şahsiyetimizin teşekkülünde olmazsa olmazdır. Hz. Ömer’in elinde Tevrat sahifelerini gören Efendimiz Sallallahu Aleyhi ve Sellem, elindekileri atmasını söylüyor. Bu, yabancı kültürleri ve gelişmeleri kökten reddetmek değildir. Onları alırken süzgeçten geçirerek almayı tavsiyedir. Müslüman evvela kendi dinini, temel meselelerini kaynağından öğrenmek, o kaynağa yabancı kültürleri karıştırmamakla yükümlüdür. Elinde Kur’an ve sahih sünnet gibi iki mihenk taşı olduktan sonra diğer kültürlerden de istifade edebilir. Bugünkü eğitim müfredatıyla nesillerin kafası her türlü yabancı neşriyatla karıştırılıyor, buna mukabil İslam ise asli kaynaklarından sunulmadığı gibi bir kültür faaliyeti şeklinde sunuluyor. Asli kaynaklardan beslenmeyen, Müslümanlardan da olması gereken duruşu görmeyen nesiller kendilerine yabancı aktör, bilim insanı veya ideoloji sahiplerini örnek alıyor. Gençliğin başucunda İslam dava önderlerinin kitapları yerine yabancı dünya klasikleri veya başkaca edebi eserlerin olması kimin suçudur? Gençlik kendisine kimi/kimleri idol olarak seçmektedir? Bu durum Müslümanların kendi kültürlerine yabancı kalmasının, Batı kültürü etkisinde bir hayat yaşamasının sonucudur.
Örnek duruşu sergileme noktasında sözü daha fazla uzatmak istemiyorum. Sonuç olarak İslam’ın hayat içindeki her türlü olaya karşı bir sözü, bir duruşu vardır. Olması gereken tavrı göstermek hem İslam’ın izzetini muhafaza hem neslimize örnek olma açısından önemlidir. Kaybettiğimiz bu hasleti yeniden kazanmak dileğiyle…
- Hud, 93
- En’am, 79
- En’am, 81
- Şuara, 44
- Şuara, 50
- Maide, 24
- İbn-i Kesir, el-Bidâye, II, 295
- Yasin, 26-27
- Buhari, Cihad, 9, Megazi, 28; Müslim, İmare, 147