Makale

NORMALLEŞMENİN FORMELLEŞMESİ...

Paylaş:

YAZAR: FARUK ERKÖSE

 

Sizce Türkiye nasıl normalleşir? “Daha Demokratik bir Demokrasi” ile mi yoksa “toplumun inanç, kimlik ve kişilik değerlerine uygun bir yeniden yapılanma” ile mi?

 

“Demokrasi”yi burada “ana değer” kabul edersek, o zaman ikinci sual abes kaçar. Ancak zaten kanaatimce, asıl abesle iştigal, “ana değer” olarak “Demokrasi”yi esas almaktır; zira sorun “ana değer”de ise, o “ana değer” üzerine ne kadar “doğru mantık” kurarsanız kurun, “doğru sonuç” elde edemezsiniz. “Doğru sonuç”, “doğru ana değer” üzerine kurulacak “doğru mantık” ile elde edilebilir.

 

Eğer “ana değer” olarak “Demokrasi”yi kabul eder ve yaptıklarımızı bu ana değere göre yaparsak, “toplumsal mutluluk”u hiçbir zaman sağlayamayacağız demektir. Çünkü, özellikle bizim gibi “Demokrasi Kültürü” ile uyumlaşmayan, bambaşka bir kültürle kimlik kazanmış olan toplumlarda ne kadar “daha Demokratik Demokrasi”lere geçerseniz geçin, “sosyal ve kültürel bünye” ile “toplumsal kimlik ve kişilik değerleri”nin dayandığı ruh, bu hamlelerden tatmin olmayacak; hep bir şeyler, ama her zaman da “esas/ana şeyler” eksik ve aksak kalacaktır.

 

Bir de “mer’i demokrasi”nin bir “İdeoloji Monarşizmi”ne dayandığını düşünürsek, hadi adını koyalım, bizde uygulanan Demokrasi’nin, hayatın bütün sahalarında/safhalarında “monark konumunda âmir” olan “Laik-Kemalist İlkeler”e uygun olarak biçimlendirildiğini hesaba katarsak, “Demokrasi” ana değeri üzerine bina edilecek hiçbir şeyin, küçük tatminler ve faydalardan öte bir değeri/önemi/getirisi olmayacak/kalmayacaktır.

 

Eğer herhangi bir açılım, “toplumsal talep ve onay”ı esas alıyor ve buna dayanıyorsa, bu dayanak âmirse ve gerektiğinde “Rejim”i, “Devlet Biçimi”ni, “Siyasi-İdari Mekanizmalar”ı, “Hukuki-Adli Kural ve İşleyiş”i vs. de başka hiçbir “âmir güç”ün etkisinde ya da emrinde olmaksızın toptan ya da kısmi olarak değiştirebiliyor, yenileyebiliyor, yeniden yapılandırabiliyorsa, o zaman anlamlı olur.

 

Mesela İslam inancına sahip bir kişi, sorunlarını, ihtilaflarını “Allah ve Rasulü’nün hükümleri”ne, yani “Kur’an ve Sünnet”e göre çözümleme yolunu kullanabilecek mi? “İslam’ın gereği olan bir hayat”ı yaşayabilecek mi? Yoksa “Demokratik Sistem”, o kişinin inançlarını dayandırdığı hukuku devre dışı mı bırakıyor, kişi beşer mahsulü “tağuti yasalar”a göre mi hayatını yaşamak ve dertlerine derman bulmak zorunda kalıyor? Sadece bu soruyla verilecek cevap bile, müslüman olarak kişinin “Demokrasi” ve buna dayalı “paketler” karşısındaki duruşunun nasıl olacağını belirlemeye yetecektir.1

 

Bu toplum öyle baskılara, zulümlere uğradı, öyle acılar çekti ki, tarihin şahitliğini okurken, insan “masal mı, gerçek mi?” diye şüpheye düşebiliyor. Yıllardır “müslüman toplum”u köle gibi kullanan, neyi var neyi yoksa alıp, bütün değerlerini yeniden biçimlendirmeye kalkışan “Devlet Baba”nın tecavüzüne uğradık, millet olarak. Hakkımıza-hukukumuza tecavüz edildi, kültürümüze-geleneğimize tecavüz edildi, dinimize-imanımıza tecavüz edildi, namusumuza-ahlâkımıza tecavüz edildi... Sosyal, siyasal, hukuki, idari ve benzeri bütün alanlarda; fert, aile, sosyal küme, toplum ve devlet ölçeğinde yaşanan baskı ve zulümleri burada tek tek sayacak yerimiz yok.

 

Yani “mor yıllar”ın âlâsını yaşadık “Türkiye toplumu” olarak ve hep bekledik; “mutlu bir hayat”ın geleceği günleri. Ama “mor yıllar”ın “mutlu hayat”a dönüşmesi hep ertelendi, hep ötelendi bunun sözünü veren iktidarlar tarafından. Çünkü elleri kolları bağlıydı, sistem öyle kalıplarla dizayn edilmişti ki, en küçük ve en insani hak ve özgürlükler bile engelleniyordu.

 

İşte böyle bir manzara ve bunun üzerine bina edilen beklentiler o kadar büyüktü ki, Başbakan’ın dün açıkladığı “Demokratikleşme Paketi” bu kadar beklentiyi karşılamada yetersiz kaldı.

 

Pakette her ne varsa, bunun “Laik-Kemalist rejim/sistem”e uygun olarak hazırlandığına dair ana çerçeve çizildi önce. Yani ortada bir “rejim/sistem değişikliği” falan yok, ne olacaksa, “rejim/sistem”e uygun olarak olacak. Aynı hamam aynı tellak, sadece tas değişecek.

 

Başbakan, bundan sonra “demokratikleşme” adına bir dizi yenilik sıraladı. Elbette önemli iyileştirmeler var ve bunları takdir etmek lazım.

 

Ancak “paket”in getirdiği “nefret suçu” kavramı, bu ülkede yaşayan herkesin, özellikle de müslümanların başını bir hayli ağrıtacağa benziyor. Çünkü bu kapsamda yapılacak yasal düzenlemelerle, “nefret, ayrımcılık, yaşam tarzına müdahale” gibi suç türleri ihdas edilecek ve bunları işleyenler şiddetle cezalandırılacak. Bu durumda, mesela Filistin’de müslümanları katleden, zulmeden siyonist-yahudilerden nefret ettiğinizi söyleyemeyeceksiniz. Böylece Türk hukuk sistemine, Siyonistlere bütün dünyada ayrıcalık ve dokunulmazlık getiren ve adeta “Siyonistleri dünyaya baş tacı yapmanın gerekleri”ni belirleyen “Ottawa Protokolü” dahil edilmiş olacak. Hatta, artık “Barış Süreci” gereği aklanan terör örgütünün şehir yapılanması KCK’lılara “terörist” diyemeyeceksiniz; çünkü bu, nefret suçu kapsamına girecek. Üstelik bütün bunlar, “yaşam tarzına saygı ve koruma” adı altında yapılabilecek.

 

İşte böyle vahim sonuçlara varabilecek bir düzenleme getiriyor “paket” ve eğer yasal çerçevesi çizilirken dikkatli olunmazsa, bir yandan yürürlükteki “müslümanca yaşam”ı kısıtlayan siyasal, sosyal, hukuki, adli, vb. mevzuat ve gelenek hâlâ duruyorken müslüman kitle bundan minimum ölçekte yararlanacak, diğer yandan diğer kesimler, kendi varlığını ve güvenliğini garantiye almış olurken, başımıza “Atatürk’ü Koruma Kanunu” gibi yeni bir “baskı mekanizması” getirilmiş olacak. Eğer konu yasalaştırılırken, “tanımlamalar” ve “uygulama kriterleri” dikkatli belirlenmezse...

 

Bu “paket”le birlikte “mutlu hayat”ı beklemeyin; sadece “pembe düşler” kurabilirsiniz. Paketten pakete ertelenen “toplumsal umutlar”, yine yeni bir pakete kaldı.2

1- 01 Ekim 2013 tarihli yazıdan özetlenmiştir.

2- 02 Ekim 2013 tarihli yazıdan özetlenmiştir.