Bu gün olduğu gibi, tarih boyunca İslam’ın yayılmasını engellemek isteyen ve bu uğurda maddi-manevi tüm güçlerini seferber edenler olmuştur. Bunun yanı sıra İslam’ın yayılması için her şeylerini feda edenler, memleketlerini terk ederek çıktıkları ilim yolculuklarında elde ettikleri bilgi-birikimle küfrün ve sapkınlığın karşısında sağlam bir iman kalesi olanlar daima olmuştur. İslam düşmanları Müslümanlara kimi zaman maddi güçleriyle saldırmışlar, şehirleri yağmalayıp insanları bedenen öldürmüşler; kimi zaman da âlimleri ve ilim mirası olan kitapları-kütüphaneleri yerle bir ederek kitleleri manen öldürmüşlerdir. Geçmişte ne kadar göğsünü çağın cahillerine ve zalimlerine siper eden gerçek ilim sahiplerine ihtiyaç var idiyse, bu gün daha da fazla böylesi ilim adamlarına ve davetçi ordusuna ihtiyaç hâsıl olmuştur.
Son iki-üç asırlık dönemde İslam dünyasının hâkimiyeti kaybetmesi ve gerilemesiyle batı hâkimiyeti ele geçirmiş, sonrasında Müslümanlar için sıkıntılı dönemler başlamıştır. Bu, hızla ilerleyen süreçte Müslümanlar ilimde de geri kalmışlar, batı karşısında eziklik hisseder hâle, ve kendi kültür miraslarına, öz değerlerine şüpheyle bakıp onları sorgular duruma gelmişlerdir. Batı; dini, (tahrif edilmiş Hıristiyanlığı) terk ederek yükselince bizde de geri kalmışlığın faturası İslam’a kesilmeye başlandı. Bu durum 1881’ de Ziya Paşa’nın şöyle demesine sebep olmuştur:
“İslam imiş devlete pa-bendi terakki
Evvel yoğ idi işbu rivayet yeni çıktı”
(Devletin ilerlemesine ayak bağı olan İslam imiş anlayışı evvelden yokken yeni çıktı.)
İnsanların ilim mirasından ziyade dünyevi mallara meyli her zaman olmuşsa da, bu gün dünyevileşme her zamankinden daha fazladır. Hâlbuki ilim ve maneviyat zenginliği dünyevi zenginlikten çok daha önemlidir. Ebu Hureyre (r.a.) bir gün çarşıya girer ve oradakilere şöyle der: “Resulullah’ın mirası mescidde dağıtılırken sizleri burada çarşıda görüyorum. Çarşıdakiler alışverişi bırakıp doğruca mescide girerler, fakat bir miras taksimi görmezler. Bu durum karşısında derler ki ‘Ey Ebu Hüreyre, mescidde taksim edilen bir miras görmedik.’ Peki, ne gördünüz? ‘Allah’ı (c.c) zikreden ve Kur’an-ı Kerim okuyan bir topluluk gördük.’ İşte Resulullah (s.a.v)’ın mirası budur.” diye cevap verir. Bizim; bu gün, Resulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem’in mirasını mal-mülk şeklinde anlayanlardan ne farkımız var? Görüldüğü gibi Resulullah’ın mirası (Kur’an ve Sünnet) bu gün bizimde elimizde, ama kendi dünyamızı ve şahsi işlerimizi mamur etmeye gösterdiğimiz çabanın onda birini bu mirası kıtalara taşıma ve İslam Medeniyeti kurma yolunda göstermiyoruz.
Bu ümmet içerisinden daha evvel birçok Rabbani âlimler çıkmış, zamanın fitnelerine, belalarına karşı koymuş, böylece toplumun tamamen sapmasına (Allah’ın izniyle) engel olmuşlardır. Kimi zaman dönemin halifelerini/hükümdarlarını uyarmışlar ve sözlerini dinletmişler, kimi zaman da kendilerine işkenceler edilmiş ve hapsedilmişlerdir. Ama onlar halkın meseleyi anlayabilmesi için, mesajın kaybolmaması için azimeti tercih etmişler, ruhsatlara sarılmamışlar ve tarihe böyle geçmişlerdir.
İmam Ahmed bin Hanbel kendi zamanında “Kur’an mahlûktur” fitnesine karşı çıkmış ve bu uğurda zindana atılmıştı. Amcası kendisini ziyaret etmiş ve şöyle demişti: “Evladım! Arkadaşların Kur’an’ın mahlûk olduğuna kâil oldular. Sana da ruhsat yolu göründü. Binaenaleyh sende mahlûktur de ve kurtul.” Bunu duyan İmam’ın cevabı çok netti: “Amca! Âlim takıyye zırhına bürünür, cahil de bilmediğini bahane ederse gerçeği kim ortaya koyacak? Hem Hibb b.Irs’in rivayet ettiği “Sizden öncekiler testerelerle doğrandıkları halde dinlerinden dönmediler” hadisini nasıl hayatımıza geçireceğiz?”1 diyordu.
İmam Şafii Rahmetullahi Aleyh’in talebesi Yusuf Buveyti, doğruları söylediği için boynuna 20 kg. lık bir ağırlık asılıp ayakları zincire vurulmuştu. Buna rağmen hakikatleri anlatmaktan geri durmuyordu. Bunun sebebi sorulduğu zaman şöyle demişti: “Bizler zincir ve zindanlarda ölmeye alışmalıyız ki, bizden sonra gelenler şunu diyebilsinler: Bizden öncekiler İslam uğrunda zincir ve zindanları bile göze almışlar, dolayısıyla onları takip etmemiz gerekir.” 2
Selahaddin Eyyubi, haçlıların İslam topraklarını istila ettiğini görünce, günlerce yemek yiyemiyor, uyku uyuyamıyor ve yerinde duramıyordu. İnsanları zevk ve sefayı terk etmeye ve tövbe etmeye davet ediyordu. Bu sancısının sonunda Allah Celle Celaluhu ona Kudüs’ün fethini nasip etti.
Bildiğini korkusuzca anlatan, hükümleri evvela kendi tatbik eden, toplumun derdiyle dertlenen, sadece masa başında kitap yazmakla meşgul olmayıp mücadelenin ortasında olan Rabbani âlimler yakın zamanımızda da zuhur etmiştir. İzzettin Kassam, İngilizler Filistin’i işgal ettiği dönemde cihada çıkamadığı zamanlarda öğrencilerine cihâd ayetlerini okutmaktan hayâ ediyordu. Sonrasında 1936’da İngilizlere karşı yapılan cihâda katıldı ve şehid oldu. Hasan El-Benna’ya şehid edilmeden kısa bir süre önce bir arkadaşı; “Üstadım! Biraz istirahat etseniz olmaz mı? Deyince, Üstad şöyle cevap vermiş: “Aziz kardeşim! Öldükten sonra hem uyur, hem istirahat ederim.”3
Seyyid Kutub’un, yazdığı “Yoldaki İşaretler” kitabıyla binlerce insanın uyanışına vesile olmasını hazmedemeyen zamanın zalimi Cemal Abdunnasır, onu zindana attırıp idama mâhkum etmişti. Özür dilemesi mukabilinde serbest bırakmayı vaat ederek pazarlık yapmak istemiş, ancak Üstad Kutub’un cevabı gayet açık ve tavizsiz olmuştur: “Eğer idamı hak etmiş olarak hakkın emri ile ipe çekiliyorsam buna itiraz etmek haksızlıktır. Eğer batılın zulmüne kurban gidiyorsam, batıldan merhamet dileyecek kadar alçalamam.”
Bu gün İslam’ı yaşayan ve her tarafa yaymaya çalışan öncü bir nesle ihtiyaç olduğu bir gerçektir. Bu ihtiyaç, beraberinde bu nesli yetiştirecek, toplumun önünde yürüyecek, motor görevini görecek âlim-aydın vasıflı kişilere olan ihtiyacı da doğurmaktadır. Toplum içinden bu vasıfta davetçiler ve âlimler yetişmezse, kitleler modernist âlimlerin ve bâtıla davet edenlerin insafına terk edilmiş olacaktır. Her gün bu sahte din âlimleri tarafından geçmiş ulemaya dil uzatılıyor, hadisler üzerinde şüpheler uyandırılmaya çalışılıyor, âlimlerin hemen-hemen üzerinde ittifak ettikleri mevzular bile yeniden gündeme getirilerek sanki bütün meselelerde ihtilaf varmış gibi gösteriliyor.
Bu günün ihtiyaç duyulan âlimi; geçmiş ulemada olduğu gibi asli kaynaklar olan Kur’an ve Sünneti çok iyi bilen, ümmetin dosdoğru yolunun dışına çıkmayan, çağın meselelerine vakıf, gözünü budaktan esirgemeyen, zulümler karşısında Hakkı eğip-bükmeyen bir şahsiyete ve donanıma sahip olmalıdır. Bu vasıflara sahip âlim-aydın kadrosu çıkarmak bu günün Müslümanlarına düşen bir görevdir. Bu hususta herkesin üzerine düşen görevi yapması, âlim-aydın kadrosunun yetişmesi için gece-gündüz çalışması, her neyi varsa ortaya koyması gerekmektedir. Üstad Mevdudi derki: “İçimizde öyle bir ateş yanmalıdır ki, tek çocuğumuz veya bize en aziz gelen birinin vefatından hissettiğimiz acı ve ızdırabı, davanın veya Müslümanların başına gelen belâ ve musibetler için de duymalıyız.”4