Davet

RASULULLAH’IN DAVET METODU-2

Paylaş:

Allah(c.c)’ın, Hz. Peygamber (s.a.v.)’in rehberliğinde öğrettiği İslam,  en son ve mükemmel şeklini almış, O’nun uyguladığı ve öğrettiği hüküm ve düzenlemeler, kıyamete dek tek nihaî otorite olarak önümüze sunulmuştur. Öyle ki; insana attığı her adımda başıboş olmadığı, uyması gereken kuralların dışına çıkamayacağı, tâbi olması ve takip etmesi gereken bir örnekliğinin (Hz. Peygamber) olduğu anlatılmaktadır. Yeryüzünde İslam’ı hâkim kılmak için davayı omuzlayanların,  Allah(cc)’ın, Hz. Peygamber (s.a.v.) ve ashabına gösterdiği esaslara sarılması, yanlış yöntem ve yollara sapmaması açısından elzemdir. Rasûlullah (s.a.v.)’ın davet metodunda en önemli kısmın davete hazırlık safhası olduğunu ve bu konuda dikkat edilmesi gereken noktaları dergimizin bir önceki sayısında belirtmiştik.

Bundan sonraki merhale “kadrolaşma” merhalesidir.

İslamî davetin en zor ve sıkıntılı süreci; bu daveti yaymada davetçiye yardımcı olacak samimi, gayretli, her türlü fedakârlığı gösterecek sağlam insanlardan müteşekkil çekirdek kadro oluşumudur. İslam davetçisi, Musa (a.s.) gibi Harun’unu, İsa (a.s.) gibi havarilerini, Hz. Muhammed (s.a.v.) gibi Ebûbekir, Ömer ve Alilerini (radıyallahu anhum) bulmak ve onları bu davada ensarı yapmak durumundadır. Hz. Peygamber (s.a.v.) çekirdek kadronun teşekkülü için işe en yakınlarından başladı. Her şeyden evvel aile efradı kendisini desteklemeli, O’na inanmalı ve çekirdek kadronun ilkleri olmalıydılar. Tıpkı Hz. Musa(as)’nın ailesinden birilerini yardımcı olarak istemesi gibi: “Rabbim! Bana ailemden birini, kardeşim Harun’u vezir (yardımcı) yap”.1 Hz. Peygamber(s.a.v.), kendisine vahyin ilk gelişini eşi Hz. Hatice ile paylaşırken, zerre kadar tereddüt etmeyen Hz. Hatice, Peygamber(s.a.v.)’i teskin ve teselli edip en büyük destekçisi olmuştu. Daha sonrasında davet halkasına Hz. Ali, Zeyd b. Hârise ve Hz. Ebubekir dâhil oldu. Sonrasında Hz. Ebubekir(r.a.)’in çabalarıyla Osman b. Affan, Ebu Ubeyde b. Cerrah, Talha b. Ubeydullah, Abdurrahman b. Avf gibiler bu davete icabet ettiler. Rasûlullah (s.a.v), davetin ilk yıllarında, fıtratı bozulmamış, sır tutmayı bilen, bulunduğu toplumun mevcut halinden rahatsız olup, çare bulmaya çalışan, câhiliyenin kokuşmuş yapısından uzak durmaya gayret eden sağlam karakterli kişiler üzerinde duruyordu. Elbette ki Rasûlullah (s.a.v.) vahye göre hareket ediyordu ve gelen ayetlere göre davet şekilleniyordu.   Gizlilik içerisinde yürütülen bu davet, yaklaşık üç yıl sürmüştü. Bu dönemde davetin merkezi olarak göze çarpan en önemli unsur şüphesiz Dâru’l-Erkam idi. Rasûlullah (s.a.v.), İslam’ı kabul eden öncüleri burada eğitiyor, onları yarınlara hazırlıyordu. Bu anlamda Dâru’l-Erkam, ilk İslam davetçilerinin yetiştiği biricik okuldu. Bugün de yeterince Dâru’l-Erkamlar olmazsa, bulunduğu yerde, ‘benim evim Dâru’l-Erkam olsun’ diyen Erkam b. Ebil Erkamlar yetişmezse, orada davetin kök salması filizlenmesi çok zor olacaktır. Rasûlullah(s.a.v.)’ın Dâru’l-Erkam çalışmalarıyla İslam davetinin yalnız tebliğ değil aynı zamanda teşkil olduğunu, bir çekirdek kadro etrafında şekillenen numune bir toplum oluşturmanın bu işin ilk basamağı olduğunu görüyoruz. Bir yandan kadro oluşturma ve bu kadroyu genişletme çabaları olurken, diğer yandan halkla bütünleşme ve kitleleşme faaliyetlerinin koordineli olarak yürütülmesi gerekiyordu. 

Bir sonraki adım “kitleleşme” yani halka açılma ve halkla bütünleşmedir.

Bizim burada kastettiğimiz rastgele bir araya gelmiş şuursuz kalabalıklar değil, aynı gayeye, aynı inanış ve yaşayışa sahip insanlardan müteşekkil topluluktur. “Kitleye dayanmayan bir hareket, tabanın tasvip etmediği bir faaliyet ve efkâr-ı umumiyyenin kabul etmediği bir çalışma, temeli olmayan, sağlam temeller üzerine oturmayan bina gibi çökmeye mahkûmdur.”2 Elbette ki Rasûllullah (s.a.v.)’ın davet metodunun bütün merhalelerinde olduğu gibi bu merhale de vahyin kılavuzluğu eşliğinde oluyordu. “En yakın akrabalarını uyar”3 ve “Emrolunduğun şeyi açıkça (gürleyerek) söyle”4 ayetleri davetin gizlilik aşamasından, alenî ve umumî davet aşamasına geçmesini sağlamıştır. Bu da gösteriyor ki, Hz. Peygamber (s.a.v.), Rabbinden gelen talimatlara göre hareket ediyordu. Bu şekilde biz davetçilere şu mesaj verilmiş oluyor: Tüm İslam davetçileri bu metoda göre hareket etmelidir, çünkü bu metodun belirleyicisi Allah (c.c.), uygulayıcısı Rasûlulah (s.a.v.)’tır. Kur’an’a ve sünnete dayandıklarını söyleyenlerin bu metodun dışına çıkmaları, zamana ve şartlara göre yeni metotlar geliştirmeleri caiz olamaz.

Hz. Peygamber (s.a.v.) Rabbinden aldığı emirle harekete geçmiş, en yakınlarından işe başlayarak davetini aleni olarak ortaya koymuştu. Bu amaçla birkaç kez evinde yakın akrabalarına yemek vermiş, amcası Ebu Leheb’in engellemelerine rağmen onlara maksadını anlatabilmişti. Ancak daha önce iman etmiş olan Hz. Ali(r.a.)’den başka kendisine yardımcı olacağını söyleyen çıkmamıştı. Hz. Peygamber davet halkasını daha da genişleterek tüm Mekke’ye yaymak için Safa tepesine çıkmış ve oradan herkese açıkça tebliğ etmişti. Hz. Peygamber onları tek bir kelimeye çağırıyordu: “Le ilehe illallah.” Bu, şirki temsil eden sistemleri ve düzenleri kökünden kazımanın, yeryüzünde ilahlık taslayanları yerle bir etmenin adıydı. Bu bir hayat modeliydi. Cahiliye elbisesini bir daha giymemecesine çıkarmak, bütünüyle Allah(c.c.)’ın hükümlerine teslim olmak demekti. Yıllarca şirkle yoğrulmuş ve Hz. İbrahim(a.s.)’den beri uyarılmamış bu toplumun bir anda davete icabeti ve Hz. Peygamber (s.a.v.)’i tasdik etmesi beklenemezdi. Bu nedenle Hz. Peygamber (s.a.v.) ve O’na inananları engellemek için her türlü sözlü-fiilî taarruzlara başvurarak yıldırma politikaları izledikleri gibi, bazen de hareketi hedefinden saptırmak için çeşitli tekliflerde bulunuyorlardı. Yapılan işkenceler, ambargolar ve zulümler iman sahiplerinin imanlarının sağlamlaşmasını sağlıyor, onları Rablerine ve birbirlerine daha çok bağlıyordu. Öte yandan toplumda bir bölünme ve safların netleşmesi hadisesi gerçekleşiyordu. Rablerinden gelen emirler doğrultusunda câhilî sistemin dayatmalarına ve yasaklamalarına itaat etmiyor, onların yaptığı zulümlere fiilî karşılık vermiyor ve sabrediyorlardı. Habeşistan hicretiyle hem Müslümanların imanlarından dolayı her türlü fedakârlığı göze alabilecek bir yapıda oldukları görülüyor, hem de birbirine kenetlenmiş, cahilî aile ve toplum yapısı ağır yaralar alıyordu. Mekke devleti toplumun bu şekilde parçalanmasını hazmedemediği için Habeşistan’a hicret edenleri geri getirmek istemişse de başarılı olamamıştı.

Hz. Peygamber bir yandan Mekkelileri davet ederken diğer yandan davet halkasını daha da genişleterek çeşitli amaçlarla Mekke’ye gelen civar kabilelerle de temasa geçiyor, daveti onlara da ulaştırmaya çalışıyordu. Kâbe’nin burada bulunması ve aynı zamanda önemli ticaret yollarının üzerinde bulunması Mekke’yi cazibe merkezi haline getiriyor, insanların çeşitli zamanlarda (Ukaz, Mecenne, Zül-Mecaz panayırları gibi) buralara akın etmesine sebep oluyordu. Davasını tüm dünyaya yaymak için Hz. Peygamber (s.a.v.), böylesi fırsatları kaçırmıyor, alenî davet emrini takiben yaklaşık on yıl zarfında tüm çadırları dolaşarak bıkmadan usanmadan tebliğ yapıyordu. Kabilelerin yanına giderken çoğunlukla nesep ilmine vakıf sadık arkadaşı Hz. Ebûbekir (r.a.)’i yanına alıyordu.5 

Yüce Allah’tan tüm İslam davetçilerine, tüm engellere rağmen tükenmeyen böyle kesintisiz bir gayret nasip etmesini niyaz ediyorum.

Bir dahaki sayıda buluşmak üzere Allah’a emanet olunuz.

1- Tâhâ,29-30.

2- A. Önkal, Rasûlullah’ın İslam’a Davet Metodu, s.145.

3- Şuara, 214.

4- Hicr, 94.

5-  Kandehlevî, I, 141.