İnsanoğlu yaratıcısının yol göstermesine kulaklarını tıkarsa, var olan kılavuzların eşliğinde değil de sadece kendi aklı ve çıkarlarıyla hareket ederse varacağı nokta hüsran olacaktır. Bu yollara tevessül ettiğinde kısa vadede kazançlı olduğunu düşünse de uzun vadede hata ettiğini er ya da geç anlayacaktır. Ama iş işten geçecek, bu hatalar bazen kendisini, bazen de kendisiyle beraber kitleleri ve hatta gelecek nesilleri bile etkileyecektir. Bu nokta herkes için geçerli olsa da hassaten toplumlara yön verme durumunda olan yöneticileri daha çok bağlamaktadır.
Suriye’nin bugünkü duruma gelmesini konuşmak için geçmişe bir yolculuk yapmamız gerektiğinden bunları dile getiriyorum. Geçmişte yapılan hatalar sonucunda zincirleme dış politika kazaları birbirini izledi ve bugünkü tablo ortaya çıktı. 2003 yılında ABD, Ortadoğu halklarını yeniden dizayn etmek adına demokrasi havariliğine soyunup Irak’a girdiği zamanlarda, Ortadoğu’nun zaten kan gölüne döneceğinin sinyalleri görünmeye başlanmıştı. Ancak bunu görecek basirete ve olayın perde arkasını hissedecek bir ferasete ihtiyaç vardı. Muhterem Hocamız Alparslan KUYTUL, daha ilk günlerde ABD’nin niyetinin bazılarının dediği gibi petrol ve Irak’ın güneyindeki nükleer silah üretimi vs. olmadığını, bölgeyi tümden değiştirmek için düğmeye basıldığını ve bu zalimlerle beraber olunmaması gerektiğini derslerinde ve konferanslarında dile getiriyordu. O dönemde hükümet yeni kurulmuş ve Irak’a karadan Türk askerinin de girmesi yönündeki teskereyi meclisten geçirmek için epey uğraşmaktaydı. Hocamız, Mart 2003 teskeresinin öncesinde yaptığı derste,1 o günkü yöneticileri uyarıyor, böyle bir şeyin komşumuz olan Müslüman Irak halkına ve tüm Ortadoğu halklarına ihanet sayılacağına, bunun vebalinin ağır olacağına dikkat çekiyordu. Tam da teskere oylandığı halde geçerli oyu alamadılar diye sevinecekken, bu sefer de havadan destek verilmiş (İncirlik hava üssünden kalkan uçaklarla ABD askerine mühimmat ve gıda vs. desteği) ve neticede Irak’ı bombalayan, bir milyondan fazla insanı katleden küresel zalimin yardımcısı konumuna düşmüştük. Üzerimize kardeş kanı sıçratılmıştı ve bu büyük vebale ortak olmuştuk. Muhterem Hocamız’ın Kur’an’dan esinlenerek yaptığı uyarılar görmezden gelinmişti. Hatta bazı kimseler, “Bu zamanda böyle konuşup da Müslüman yöneticilerimizi ve yeni kurulmuş hükümeti yıpratmayalım. Bunlar samimi insanlardır mutlaka bir bildikleri vardır. ABD projesine dâhil olmuşlarsa mutlaka projenin sonuçlarını da düşünüp öyle hareket etmişlerdir” diyerek kâfire yardım edilmesini kamufle ediyor ve böyle olmamalıydı diyenleri suçluyorlardı. Hâlbuki Kur’an 1400 küsur yıl öncesinden bizi uyarıyordu: “Mü’minler mü’minleri bırakıp da kâfiri dost edinmesinler, her kim böyle yaparsa Allah ile arasında bir şey (herhangi bir bağ, Allah’tan kendisine yardım) kalmaz…”2
ABD Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice, 7 Ağustos 2003 tarihinde Washington Post gazetesindeki makalesinde: “Ortadoğu’dan Kuzey Afrika’ya kadar bölgede bulunan 22 ülkenin rejiminin, sınır ve haritalarının değiştirileceğini, Türkiye’nin de bunların arasında olduğunu anlatıyordu.” BOP, (Büyük Ortadoğu Projesi) Batı’da Fas’ın Atlantik kıyılarından, Doğu’da Pakistan Kuzeyine, kuzeyde Türkiye’nin Karadeniz kıyılarından, güneyde Aden ve Yemen’e kadar uzanan bölgedeki değişimi kapsıyordu. BOP’un eş başkanı sıfatıyla ABD’ye başlatılan yardım süreci ve Irak dış politikamızın bu şekilde yanlış bir zemine oturtulması, olaylardan gerekli derslerin çıkarılmaması ve samimi uyarıların kulak ardı edilmesi daha sonraki süreçte yapılacak yanlışlara basamak olmuş, durum bütün Ortadoğu’nun bir ateş çemberinde olmasına kadar varmıştır. Irak’ta bir milyondan fazla insan katledildi, dört milyon çocuk yetim kaldı. Binlerce Müslüman kadının namusu kirletildi. Bu kadınlardan yalnız birisi olan Nur Bacı, vahşetin sergilendiği Ebu Garip Hapishanesi’nden ümmetin erkeklerine mektubunda şöyle sesleniyordu: “…Elinizdeki tüm imkânlarla gelin ve bu hapishanedekilerle beraber bizleri de öldürün. Artık bu utançla yaşamak istemiyoruz…” İşgalden geriye yerle bir olan ve ekilen fitne tohumlarıyla mezhep kavgalarında enkaza dönüşen bir Irak kaldı. Öte yandan Irak halkı ile aramızda kapanmaz yaralar açıldı, yıllar sürecek bir düşmanlığın tohumları atılmış oldu.
ARAP BAHARI
İlk olarak 18 Aralık 2010 tarihinde Tunus’ta başlayan protestolar, domino etkisi göstererek benzer sorunlar yaşayan Arap dünyasına yayılmıştır. Ortadoğu ve Kuzey Afrika’nın tamamına yayılan Arap hareketleri, Mısır’da 30 yıllık diktatör Hüsnü Mübarek’in, Libya’da 42 yıllık diktatör Muammer Kaddafi’nin devrilmesiyle sonuçlanmıştır. Daha ilk zamanlarda tüm Müslümanları heyecanlandıran; acaba halk şuurlandı mı, diktatörlerin sonu mu geliyor, bu bölgelerde yeniden özlenen İslam ahkâmı mı hâkim olacak diye gelişmeler değerlendirilirken, Muhterem Hocamız tüm gelebilecek tepkilere rağmen bunun ‘yalancı bahar’ olduğunu, bu şekilde İslamî devrimlerin olamayacağını söylüyordu. Müslümanların bu şekilde alelacele sokaklara dökülmesinin zeminini hazırlayan güçlerin aslında bir erken doğuma sürükledikleri ve böylelikle gerçek baharın gelmesini engellemek istediklerini defalarca dile getirdi. Tüm bunları Kur’anî bakış açısıyla, Nebevî Hareketi bilmesiyle, Ortadoğu ve dünya Müslümanlarının halini gözlemlemesiyle değerlendiriyor, her defasında da haklı çıkıyordu. Meseleyi anlamayanlar ilk anda tepki gösterip olmadık yakıştırma ve iftiralarla karalamaya çalışsalar da zaman, Muhterem Hocamızı haklı çıkarıyor, süreci yanlış okuyup gerekli dersleri çıkaramayanları da gözler önüne seriyordu.
SURİYE
Mart 2011’de, yalancı Arap Baharı’ndan etkilenen Suriye halkı, bazı bölgelerde rejim aleyhine küçük çaplı yürüyüşler gerçekleştirdi. Bu eylemlerde rejim güçleri tarafından bazı göstericiler de öldürüldü. 1982 tarihindeki Hama olaylarında binlerce kişinin ölümünden sorumlu olan ve 2011’e kadar bölgede İslamî hareketlere göz açtırmayan rejim, artan olaylar ve insan ölümleri karşısında 16 Nisan 2011’de Cumhurbaşkanı Esed’in dilinden, olağanüstü hal kanunlarının bir hafta içinde kaldırılacağının ve daha fazla reform olacağının sözünü verdi. Ancak muhalifler bu vaatlere şüpheyle bakıyor ve eylemlerine devam ediyorlardı. Suriye’de tüm bunlar olurken Irak işgalinde ABD’nin niyetini anlayamayanlar Suriye meselesini de yanlış yorumladılar ve belki de 3. Dünya savaşına gidecek bir sürecin fitilini ateşlediler. 911 kilometrelik sınırımızın olduğu komşu ülkeyi ve onun sosyo-politik yapısını maalesef iyi tahlil edemediler, bugün birçok ülkenin çöreklendiği, bölünmeyi bekleyen bir ülkeye dönüşmesine sebep olabilecek söylem ve eylemlerde bulundular. Suriye’de bir cemaat ve faaliyet yokken halkı sokağa dökmenin akıllıca olmadığını, lidersiz, kadrosuz plansız ve programsız bir hareketle çok sayıda zayiat verileceğini dile getiren3 Muhterem Hocamız maalesef yine yanlış anlaşılıyor, cihad karşıtı ve muhalifleri desteklemeyen bir hoca olarak lanse ediliyordu. Oysa o gün yapılan haklı uyarılara ve tespitlere kulak verilseydi, belki bugünlere gelinmeyecekti. Muhterem Hocamızın soru-cevaplarından ve Ali Bulaç’ın makalelerindeki tespitlerinden alıntıladığım bazı bölümlere değinmek istiyorum:
1) 2011’den bu yana Türk dış politikası “Suriye’de zalim bir lider var, halkını katlediyor, biz mazlumlara yardım ediyoruz” diyordu. Evet zalim bir rejim var, ama onu devirmenin yolu bu değildi. Üç ay dendi (üç ay sonra Şam’da Emevi Camiinde Cuma namazı kılınacaktı) 5 yıl geçti; insan zayiatı olmasın dendi, 600 bin insan hayatını kaybetti. 9-10 milyon Suriyeli mülteci durumuna düştü, yüzlercesi deniz yoluyla Avrupa’ya geçmek isterken suda boğuldu. Kadınları ve çocukları fuhuş ve organ mafyasının eline düştü.
2) Hükümet, Suriye’deki rejim muhaliflerini Sünni Temkin yolu4 (önce eğitim ve cemaat faaliyetleri ile güçlenme, sonra en az zayiatla olacaksa yönetimi değiştirme) ile eğitme ve destekleme yöntemini seçmedi. Körfez ülkelerinin de etkisiyle harici ayaklanma ve kan akıtma yöntemi uygulayanlara el altından destek verildi. Hâlbuki halk ayaklanmaları ve kamuoyu baskısıyla bazı reformları yapacağını söyleyen Esed’in üzerine bu söylemlerle (diplomatik bir üslupla) gidilebilirdi. Bunun yerine azarlayıcı ve sert üslupla yapılan konuşmalar, bir yandan ayaklanmaya çalışan Suriye halkına ‘arkanızdayız’ anlamında bir mesaj niteliği taşıyorken diğer yandan Esed’i ve onun arkasındaki güçleri (İran, Lübnan, Irak ve el altından Rusya) daha da tahrik ediyordu.
3) ABD, Suriye ile ilgili ilk açıklamalarında hiç kimse Libya’daki tavrımızı Suriye’de göstermemizi beklemesin derken bir nevi rengini belli etmiş ve Türkiye’yi cepheye süreceğinin işaretini vermişti. Bu arada Suriye’deki savaşın yıllarca sürebileceğini söyleyerek aslında kısa vadede barışı istemediğini, var olan kaosun devam etmesinden yana olduklarını hissettiriyordu. ABD, Esed’in kolay lokma olmadığını, arkasında Rusya, Çin, İran, Irak ve Lübnan’dan oluşan bir blok olduğunu görüyordu. Ancak Dışişlerimiz bu açık durumu görmedi, bu konuda yapılan uyarıları dikkate almadı.
4) Yine Muhterem Hocamız’ın tespitiyle, ABD Ortadoğu’da çatışma bölgeleri oluşturuyor, cihad etmek gayesiyle çeşitli ülkelerden o bölgeye gelen samimi gençleri buralarda öldürerek veya birbirlerini öldürmelerine zemin hazırlayarak bir nevi onlardan kurtuluyordu. Böylelikle birçok ülke kendi içindeki radikal dini unsurlardan arındırılmış oluyordu.
5) ABD’nin Irak işgalinin ardından orada ektiği fitne tohumundan filizlenen harici bazı örgütler (IŞID gibi) bahane edilerek Suriye topraklarına müdahale meşru hâle getiriliyor, savaş daha da derinleştiriliyor. Böylesi örgütler bahane edilerek var olan İslamofobi algısı daha da tırmandırılıyor, böylelikle İslam’ın Avrupa’da yayılmasının önü tıkanmak isteniyor.
6) Gelinen noktada bir yandan Suriye’nin üçe veya dörde bölünmesi tartışılırken, Rusya ile olan uçak krizinden sonra birçok ülke savaş gemileriyle Akdeniz’e gelmiş ve adeta 3. Dünya Savaşı’nın tamtamları çalınır olmuştur. Bu durumda en rahat ülke İsrail olmuştur ve kendisi için tehdit olabilecek ülkeler birer birer saf dışı edilmektedir.
“Özetle, Saddam’ı ‘Sen molla diktatörlüğüne son verip dünyanın kahramanı olacaksın’ deyip İran üzerine saldırtan; arkasından Kuveyt’i işgal etmeye heveslendiren küresel güçler, Türkiye’yi de 2011’de Suriye konusunda heveslendirdi. Bir anda Türkiye “Müslüman hamisi” oldu ki, aynı Türkiye 65 bin Amerikan askerine ev sahipliği yapmak için tezkere hazırladı; kendi topraklarından sorti yapan Amerikan uçaklarının bombardımanıyla yüz binlerce Iraklının öldürülmesine ses çıkarmadı. Esed tabii ki babası gibi katil ruhluydu ve gösteri yapan sivilleri öldürmekten geri kalmadı. Ama Esed’i bin sivil öldürdüğünde durdurmak varken, 300 bin (hatta 600 bin) kişinin ölümüne kapı aralamak ne kadar vicdan ve akıl işiydi?”5
Daha maddeleri çoğaltabiliriz. Ancak son olarak şunu söylemek lazımdır. Her ne kadar samimi niyetler taşısa da tüm bu basiretsiz politikalar ve Kur’an eksenli olmayan stratejiler komşu Müslüman ülkelere zarar vermiş, onların başına gelen bunca mezalime bizi ortak etmiştir. Bu anlamda vebalimiz büyüktür. Etrafımıza bizim elimizle örülen ateş çemberinin kıvılcımları gün gelecek bizim bölgelerimize de sıçrayacaktır. Korkarım ki o zaman zalimlerin yaptıklarına ‘dur’ diyecek hiçbir dostumuz da olmayacak. Çünkü dış politika yanlışlarımız bizi yalnızlaştırdı. Durumumuz şu olaydaki örneğe çok benziyor:
“Naziler komünistler için geldiğinde sesimi çıkarmadım; çünkü komünist değildim. Sosyal demokratları içeri tıktıklarında sesimi çıkarmadım; çünkü sosyal demokrat değildim.
Sonra sendikacılar için geldiler, bir şey söylemedim; çünkü sendikacı da değildim.Benim için geldiklerinde, sesini çıkaracak kimse kalmamıştı.”6
Bunu bizim dış politikamız ve içinde bulunduğumuz durum için uyarlayabiliriz. Günün birinde bizim ülkemizi bölmek için geldiklerinde sesini çıkarabilecek bir dost/komşu bırakmadık çünkü. Durum bundan ibarettir.
1) Alparslan KUYTUL Hocaefendi, 28.02.2003, Cuma Tefsir Dersi.
2) Âli İmran, 28.
3) Alparslan KUYTUL Hocaefendi, Soru ve Cevaplar, 02.09.2011.
4) Ali Bulaç, Zaman Gazetesi, 29.08.2013 tarihli yazısı.
5) Ali Bulaç, Zaman Gazetesi. Suriye’de sona, yani BOP’a doğru! (1 EKİM-2015). Aynı tespitleri ve daha fazlasını Hocamız 2006 yılında yapmıştı.
6) Martin Niemöller, Alman İlahiyatçı, Protestan Kilisesi’nin Nazilerle işbirliği yapmasına muhalefet eden kilisenin yöneticisi