Furkan Nesli Dergisi olarak her yıl bir hedef belirliyor, yıl boyu o hedef doğrultusunda yazılara yer veriyoruz. Bu hedefi belirlerken toplumumuzun içinde bulunduğu durum, ümmetin hâli ve eksiklerimiz konunun belirlenmesinde etkili oluyor. Bu senenin hedefini “Tevhid ve Adalet” olarak belirledik. Toplumun kötü gidişatı, Müslümanların Tevhidi unutmuş olması ve bunlarla beraber her gün daha da çoğalmakta olan zulüm ve haksızlıklar bizi bu konu üzerinde durmaya sevk etti.
Aslında Tevhid, dergimizin hemen her sayısında vurguladığımız ve belki de dergimizin en bariz vasfı olarak öne çıkardığımız bir mefhumdur. Tarih boyunca var olan, tüm Peygamberlerin ve takipçilerinin sarıldığı, uğruna hayatların feda edildiği yeryüzünün en şerefli kadim davasıdır. Bu dava Allah Azze ve Celle’nin peygamberleri ve kitapları aracılığıyla insanlığın kurtuluşu için sunduğu davasıdır, bir kelimeden ziyade bir hayat programıdır. Meydana getirdiği medeniyetin insana, topluma ve gelecek nesillere pek çok faydası vardır. İnsanı karanlıklardan nurun aydınlığına çıkaracak kurtuluş anahtarıdır. Tevhidin pek çok faydası olmakla birlikte özellikle adalet mefhumu üzerinde durmamızın nedeni şudur: İçinde bulunduğumuz toplumda en çok yara alan kavram adalet kavramıdır. Hem unutulan Tevhid davasını gündemde tutmak hem de onun en bariz vasıflarından adaleti hatırlatmak istedik. Çünkü toplumu ayakta tutan en önemli mefhumlardan biri olan adaletin yerle yeksan olması, o toplumun yıkılmasını hızlandırmaktadır.
Son dönemde zulüm ve haksızlıklar çok fazla artış gösterdi. Buna paralel olarak toplumun adalet isteği daha çok dile getirilir oldu. Maalesef bu konuda adım atması gereken mercilerin sessizliği ve bununla birlikte toplumun geri kalanının vurdumduymazlığı mazlumların yaralarını daha da derinleştirdi. Zulüm kimden gelirse gelsin karşısında, mazlum kim olursa olsun yanında durmamız gerekirken uzaktan gelen feryatlara kulak tıkamak, olanları görmezden gelmek bu toplumun genel ahlakı haline geldi. Adalet dağıtması gereken mercilerde, hukukun işleyişinde ve yönetimde var olan haksızlıklardan daha acısı toplumsal vicdanımızda adaletin kaybolmasıdır. Biz ne ara bu kadar duyarsızlaştık ve birbirimizden insanlığımızı kaybedecek derecede nefret eder hâle geldik. Korkularının veya menfaatlerinin kurbanı olarak vicdanen körelmiş bir toplum bırakın Müslümanlığını insanlığını bile kaybeder. Toplum olarak adalet anlayışına her zamankinden daha çok muhtacız. Ancak adaletin tam olabilmesi Tevhid eksenli oluşuyla mümkündür. Aksi takdirde birilerine adalet dağıtırken diğer kesime haksızlık yapılacaktır. Tevhid nasıl bir medeniyet meydana getirir ve o toplumda adalet nasıl tecelli eder, bunun üzerinde durmaya çalışalım.
RUBUBİYET TEVHİDİ VE MÜKEMMEL NİZAM
Tevhid, uluhiyet ve rububiyet tevhidi olarak iki mertebede zikredilir (bazıları buna isim ve sıfatlarda tevhidi de eklerler). Tevhidden bahsedilince akla gelen uluhiyettir, Allah’ın bir tek ilah oluşu ve ondan başka hüküm koyma yetkisinin hiçbir kimse veya merciide olmayışı kastedilir. Bir de Rab sıfatının ve diğer kemal sıfatlarının ifade ettiği manaları düşünmek kısmı vardır. İşte bu bizi Rububiyet tevhidine götürür. Her şeyi yaratan, onu aşama-aşama terbiye eden, büyütüp geliştiren Allah’tır. Bu gözle kâinata baktığımızda Allah Azze ve Celle’nin mükemmel bir nizam yarattığını, her şeyin dengeli olduğunu ve adaletin her yerde tecelli ettiğini görürüz. Bitkilerin çeşitliliği ve her birinin hayatını idame ettiği kanunlara bağlı yaratılması, hayvanların çeşitliliği ve her birinin farklı savunma mekanizmalarının olması, yaşadığı ortamda hayatta kalabilmesi için var olan özellikleri, her şeyde mükemmel bir dengenin ve intizamın olması kâinatta var olan Tevhidi anlamaya götürür. Buradan şu sonuca varabiliriz: hayvanlar, bitkiler, canlı-cansız varlıklar aleminde mükemmel nizamı ortaya koyan ve adaleti sağlayan Allah Azze ve Celle, ‘halifem’ dediği insanı başıboş bırakmış olabilir mi? İnsanın hayatını kolaylaştıran, toplumsal hayatına tesir edecek hükümleri vermemiş olabilir mi? Rububiyet tevhidini anlamak bizi uluhiyet tevhidine ulaştıracaktır. Madem ki kâinatta Allah’ın mührünü gösteren mükemmel bir ahenk var, o halde neden insan bu mükemmel nizamın bir parçası olmasın? Üstad’ın dediği gibi: “Saltanatında şeriki (ortağı) olmadığı gibi, icraat-ı rububiyetinde dahi muinlere (yardımcı) ve şeriklere muhtaç değildir. Emir ve iradesi, havl ve kuvveti olmazsa hiçbir şey hiçbir şeye müdahale edemez…”1
TEVHİD MEDENİYETİNDE HUKUKSAL ADALET
Tevhid Medeniyetinde insanın hayatına hükmeden kurallar insanı en iyi tanıyan Rabbinden gelir. O’nun seçtiği Peygamberler eliyle bu hukuk toplumda uygulanır ve yerleştirilir. Hükümlerin, insanı en iyi tanıyan ve onun hayrına olacak her şeyi en iyi bilen Rabbinden gelmesi bu hükümlerin en önemli özelliğidir. Çünkü Allah en iyi bilen ve asla yanılmayacak olandır. Tevhid, hükmü Allah’a tevdi etmekle insan fıtratına en uygun olanı seçmiş, toplumda adaletin sağlanmasına yol açmış olur. Hâkim olduğu toplumlarda adaletin yerleşmesi bunun göstergesidir. Bu hükümler karşısında yönetici ile yönetilen, kadın ile erkek bir tarağın dişleri gibi eşittir. Hz. Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem, Mekke’nin fethi sırasında hırsızlık yapmış olan soylu bir kadına had cezası uygularken söylediği “Kızım Fatıma dahi olsa elini keserdim” sözüyle tarihe geçmiş, geçmişte hukukun zenginlere ve fakirlere farklı uygulanmasının toplumu ifsad edeceğini söyleyerek dikkatleri bu yöne çekmiştir. “Sizden önceki milletlerin yok olmasına sebep, içlerinden soylu biri hırsızlık yapınca ona dokunmayıp, zayıf ve kimsesiz biri hırsızlık yapınca ona cezasını vermeleriydi…”2 Hz. Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem, kendisine gelen davaları çözerken hakkı ortaya koyuyor, insanların toplum içindeki statüsüne, dini veya etnik kimliğine bakmıyordu. Her meselede adil olmayı tavsiye ediyordu. Hiçbir gölgenin bulunmadığı kıyamet gününün yakıcı sıcağında arşın gölgesinde gölgelenecek yedi sınıfın başında adil idareciyi (devlet başkanı)3 söylemesi adalete ne kadar değer verdiğinin göstergesidir.
Hz. Peygamber bu tavrıyla kendisinden sonra ümmetinin Allah’ın hadlerini uygulama noktasında gevşek davranmayıp adaleti elden bırakmamalarını istemiştir. Bunu anlayan en yakın arkadaşları özellikle Raşid halifeler adaleti esas almış, bunlardan birisi olan Hz. Ömer Radıyallahu Anhu, adaleti tesis etmesiyle nam salmıştır. Yıllar önce toplumsal adaletsizlikten, eşitsizlikten yakınan sol görüşlü birisine Hz. Ömer’in adaletinden bazı örnekler anlatmıştım. Söylenenlerden etkilenmiş ve “Ömer’in adaleti gelecekse kabul ederim” demişti. Ben de ona dilimin döndüğü kadarıyla Ömer b. Hattab’ı, Hz. Ömer gibi adalet timsali bir örnek yapanın Kur’an ve Rasulullah’ın eğitimi olduğunu anlatmıştım. Hz. Ömer’in tâbi olduğu dinin hükümleri (Kur’an ve sünnet) elimizde ancak eksik olan şey Ömer Radıyallahu Anhu’nun bu iki kaynağın kılavuzluğunda sergilediği tavırdır. Bu iki kılavuzun gerektirdiği şeyleri yapmayışımızdadır. Adaletin sadece edebiyatını yapanların en çok istismar ettiği ve örnek verdiği kişidir Hz. Ömer... “Kenar-ı Dicle’de bir kurt kapsa bir koyunu, adli ilahi gelir sorar Ömer’den onu” dizelerini okuyanlar ama adaletin tesisi için kılını kıpırdatmayanlar, ortadaki hak-hukuk ihlallerinden dem vurup çözüm olarak (Ömer olmaya çalışmayıp) Ömer arayanlar acaba bu sözlerinde ne kadar samimidirler?
TEVHİD MEDENİYETİNDE TOPLUMSAL ADALET
Tevhid Medeniyetinde üstünlüğün ölçüsü takvadır, dolayısıyla bu toplumda sınıflaşma ve kölelik olmaz. Böyle olunca adalet mefhumu da yara almaz. Temel hak ve hürriyetler güvence altındadır. Dünya genelinde kurulan Tevhid dışı medeniyetlere ve toplumlara baktığımızda hep bir sınıflaşmanın, ezen ve ezilen kesimlerin varlığı görülür. Kanunlar genellikle hâkim olanların menfaatine göre yapılır. Kurulan medeniyetler ister din adına, isterse bir kişi veya hanedan adına olsun sonuç değişmez. Bir tarafta mutlu bir azınlık ve diğer tarafta mutlu azınlığı daha da mutlu etmek için çabalamak zorunda kalan mutsuz çoğunluk... Kalabalık insan gruplarını egemenlikleri altına alanlar, bazen Fir’avun, Nemrut gibi tek insan, bazen Roma senatosu gibi bir grup, Orta Çağda kilise, Kapitalizmde sermaye sahipleri, Komünizmde tek parti (polit-büro) olmuştur. İdeolojilerin hâkim olduğu tüm toplumlarda halkın temel hak ve hürriyetlerine ipotek konmuş, halk adına uyguladıkları sözde hukuklarla da adalet rafa kaldırılmıştır.
Tevhid, insan ile Rab arasında olması gereken bağı gösterir ve bu şekilde insanın haddini bilmesini, azgınlaşmamasını sağlar. Toplumda var olan adaletsizliklerin temelinde insanın Rabbine karşı azgınlaşması ve akabinde insanları felakete sürüklemesi yatar. Rabbini unutan kendi acizliğini unutur (veya ceza olarak kendisine unutturulur) ve bu unutmayla beraber güç elde ettiğinde maiyetindeki insanlara zulmetmeye başlar. Manevi eğitimden geçmeyen, kalbi hastalıklardan temizlenmeyen, kısacası olgunluğa erişmeyen kişilerin makamlara gelmesi bir toplum için büyük tehlikedir.
Tevhid toplumunda yöneticiler ehliyet ve liyakat anlayışına göre işbaşına getirilir. Hiçbir şekilde akraba kontenjanından faydalanmazlar. Bu da toplumsal adaletin sağlanmasında önemli bir etkendir. Liyakat sahibi olmayanların makamları işgal etmeleri hem o makamları zayi etmektir hem de liyakat sahiplerine yapılmış bir haksızlıktır. Aynı zamanda toplumda ortaya çıkacak zulüm ve yanlışlıklara da kapı aralamaktır. Bir yönüyle de insanları tembelliğe sevk etmektir. Çalışmak isteyenlerin şevki kırılacak “Nasıl olsa yöneticiler kendi yakınlarını işbaşına getirecek çabalamama gerek yok” diyerek bir kenara çekilecektir. Bu durumda herkes kendisini makamlara atayacak yakınını bulmaya çalışacak, toplumda rüşvet ve torpille iş yapma yaygınlaşacaktır. Hâlbuki Allah Azze ve Celle “Allah, size emanet edilen (şey)leri ehil olanlara tevdi etmenizi ve her ne zaman insanlar arasında hüküm verecek olursanız adaletle hükmetmenizi emreder...”4 diyerek birer emanet olan makamların liyakat sahiplerine verilmesinin adaletin bir gereği olduğunu vurguluyor.
Tevhid toplumunda herhangi bir ırkın, rengin veya cinsiyetin üstünlüğü yoktur. Üstünlük ölçüsü somut olarak ölçülemeyecek takvaya bağlanmıştır. Ta ki insanlar birbirlerine kanlarını, renklerini, soy soplarını ve aşiretlerini üstünlük ölçüsü olarak dayatmasınlar. O yüzdendir ki İslam’ın ilk yıllarında zayıflar ve köleler kendilerini değerli hissettiren bu dine daha çok giriyorlar ve Bilal-i Habeşi örneğinde olduğu gibi üzerlerine kızgın kayalar konsa da bu dinden vazgeçmiyorlardı. Bu din onlara doğuştan köle olmadıklarını, insanın yalnız Allah’a kul olduğunu, kullara kulluğun olmadığını söylüyordu. Bu dinin mensupları şerefi ve yüceliği bu dine sarılmakta, emir ve yasaklarına titizlikle uymakta görüyorlardı. Hazreti Ömer, Bilal-i Habeşi’nin İslam’a ilk girenlerden olduğunu vurgulamak ve aynı zamanda onu kölelikten azat eden Hz. Ebubekir’in hakkını teslim etmek için: “Ebu Bekir efendimizdir; efendimizi (Bilâl) azat etmiştir” diyordu. Bugün hâlâ zencilerin ikinci sınıf ırk kabul edildiği, beyazların hâkim olduğu bir dünyanın bu sözden öğreneceği çok şey var. Zenciler birçok spor dalında ve diğer branşlarda kendilerini ispat edip öne geçseler bile kendilerine uygulanan muamelelerden dolayı aşağılık kompleksinden tam anlamıyla kurtulabilmiş değiller. Yine erkeklerin egemen olduğu kadınların hak ve özgürlüklerinin kısıtlandığı ya da erkekler tarafından alabildiğine istismar edildiği ve adına da “kadının özgürlüğü” denildiği bir dünyada yaşıyoruz. İslam’ın ilk yıllarda kadına sunduğu hak ve özgürlüklerin, toplumun bir bireyi olma duygusunun hâlâ çok uzağındayız. Kadını çok önemseyip güya tam özgür kılmak isteyenlerse onları daha başka mecralara (feminizm gibi) sürüklüyorlar.
EMR-İ Bİ’L-MA’RUF/NEHY-İ ANİ’L-MÜNKER PRENSİBİ
Bu prensip hakkıyla uygulanabilirse Tevhid toplumunun sigortası hükmündedir. Bu prensip gereği toplumda doğru ve hayırlı olanın teşvik edilmesi, yanlış ve kötü olanın engellenmesi özelde âlimlerin görevi olsa da genelde tüm toplumun vazifesidir. Herkes gücü nispetinde bu prensibi uygulamakla yükümlüdür. Yeri geldiğinde toplumun zayıf kesiminden birisi toplumun en güçlü kişisini yanlış bulduğu noktada tenkit edebilir, durumunu düzeltmesini isteyebilir ve haksızlığa uğradıysa o konuda adalet talebinde bulunabilir. İslam toplumunda haramların engellenmesi ve farzların yerine getirilebilmesi bu vazifenin edasına bağlıdır. Özellikle âlimlerin kendilerini bu noktada mes’ul görmeleri, her şart ve durumda hakkı ortaya koymaları, adaletin tesisini her türlü menfaatin önüne geçirmeleri elzemdir. Özetle güçlü-zayıf, zengin-fakir, siyah-beyaz, yönetici-yönetilen toplumda yaşayan herkes kanunlar karşısında eşittir.
Tevhid toplumunda kişi suçu ispat edilinceye kadar masum kabul edilir. Batı bugün buna “masumiyet karinesi” demektedir ve aslında İslam’dan almıştır. “Bir suçla itham edilen herkes yasalara göre suçluluğu ispat edilene dek masum kabul edilir”5 Bugün bu yasaya ne kadar riayet edilip edilmediği ortadadır. İnsanlar isnat edilen çeşitli suçlarla gözaltına alınıp ardından hapsediliyor. Uzun tutukluluk sürecinden sonra mahkemeye çıkarılıyor ve suçu ispat edilmemiş mahkumlardan suçsuzluğunu kanıtlaması isteniyor. Buna benzer binlerce davanın varlığı, memlekette artık adaletin ve adil yargılamanın olmadığı sonucuna götürüyor. Yargının bağımsız/tarafsız ve adil olması, hukuk çerçevesinde adalet dağıtması beklenirken güçlülerin hukukuna ve siyasetin sopasına dönüştüğü bir zamanı yaşıyoruz. İçinde bulunduğumuz toplum ve gelecek nesiller açısından endişe verici bir durumdur. Sonuç olarak adalet anlayışı ve olması gereken adaletin tesisi bir toplum için olmazsa olmazdır. Kâmil manada adaletin olması da ancak Tevhidin topluma yerleşmesiyle mümkündür.
1. Bediüzzaman Said-i Nursi, Sözler Neşriyat, 20. Mektub, s.206.
2. Müslim, Hudud, 8-9.
3. Buhari, Rikak, 24; Tirmizî Zühd, 53.
4. Nisa, 58.
5. Avrupa İnsan Hakları sözleşmesi 6/2.