Türkler ve Kürtler 10. Yüzyıldan (İslam’a giriş 9. Yüzyılda başlayıp 10. Yüzyılda yoğunlaşmış, 11. Yüzyılda devam etmiştir) itibaren yoğun bir şekilde İslam’a girmişlerdir. Dolayısıyla aynı coğrafyanın insanı olan bu iki topluluk, bundan tam 1000 sene önce, din kardeşi olmuşlardır. Kur’an-ı Kerim ise bu kardeşliğin daha da ileri boyutta olduğunu ‘inneme’l mü’minûne ihvetun-mü’minler ancak kardeştir’1 ayetiyle bildirmektedir. Ayette geçen ‘IHVE’ kelimesi, nesep(kan) yoluyla kardeş olanları ifade eden ‘ehh’ kelimesinin çoğuludur. İman kardeşliğinin bu kelimeyle ifade edilmesi gerçekten çok manidardır. Ayetteki bu incelikten anlıyoruz ki, Rabbimiz Teâlâ İslam’daki kardeşliği bu kelimeyle ortaya koyarak, aslında tevhid akidesiyle birbiriyle din kardeşi olanların arasında, kan bağıyla da kardeş olmuş gibi bir yakınlık oluşmaktadır. Dolayısıyla Rabbimiz Müslümanlar’ın, her bir mü’mini, soyuna-sopuna, ırkına-rengine bakmadan, kendi öz kardeşi gibi görmesini istemektedir. Ayetin verdiği bu derin mesajdan sonra, kalbinde zerre kadar iman olanın, bir başka ırka mensup kardeşine bakışı, zannediyorum çok değişecektir.
Yine onlarca hadiste Efendimizin, kardeşlik konusuna ne kadar ehemmiyet verdiğini, bu konuda asla taviz vermediğini, kardeşliği zedeleyecek en ufak bir söz, fiil veya imaya da tahammülünün olmadığını görmekteyiz. Bilal-i Habeşi’ye: ‘Ey kara kadının oğlu’ diye hitap eden Ebu Zer’e: ‘Ya Eba Zer, haddini aştın. Sende hâlâ cahiliye ahlakı mı var. Kara kadının oğlunun beyaz kadının oğluna, beyaz kadının oğlunun da kara kadının oğluna üstünlüğü yoktur’ demesi, ırkçılık hastalığına çok net ve de sert tepki gösterdiğini anlatmaktadır. Bugün de; ‘Ey Türk evladı’ diye hitap edilerek Türk oğluna üstünlük addedenler bilsinler ki, Türk oğlunun Kürt oğluna, Kürt oğlunun da Türk oğluna üstünlüğü yoktur!
Efendimiz’in döneminde de bu hastalığı hortlatmaya çalışanlar olmuştur. Siyer kitaplarında bazen Yahudilerin entrikalarıyla, bazen münafıkların fitneleriyle, bazen de saf veya gafil bir müslümanın bir anlık öfkesiyle, sahabede bile ırkçılık damarının harekete geçtiğini okumaktayız. Bu damar öyle bir damar ki, basit görülebilecek bir kavgada bile, birilerinin ‘Ey Ensar’ diğerlerinin ‘Ey Muhacirler’ deyivermesiyle bir anda kabarmaktadır. Alemlere rahmet Efendimiz, böyle bir fitneyi gördüğünde, ashabını öğle vaktinin sıcağında saatlerce yürütmüş ve fitnenin ateşini güneşin ateşiyle, yorgunluk ve susuzluğun hararetiyle söndürmeye çalışmıştır. O feraset ve basiret timsali insan Sallallahu Aleyhi ve Sellem buyurur ki: “Nizar evladı: Yetişin Ey Nizaroğulları! Yemenliler de: Yetişin Ey Kahtanoğulları dedi mi, hemen tepelerine felaket iner; hemen Allah’ın nusreti üzerlerinden kalkar; hepsine birden kılıç musallat olur.”2 Aslında bu hikmetli sözler, ırkçılığın Allah’ın yardımını keseceğini, şiddet sarmalının ve anarşinin üzerimize musallat olacağını, sanki bugünleri görür gibi anlatmaktadır.
İslam tarihine baktığımızda, asr-ı saadet gibi altın bir çağın yaşanmasında, sahabe gibi kıymetli insanların arasındaki altın-elmas kıymetindeki kardeşliğin, çok büyük etkisi olduğunu görüyoruz. Eğer ensar-muhacir arasında o tarihe geçen kardeşlik yaşanmasaydı, Habeşl-i Bilal ile Farslı Selman kardeş olamasaydı, birbirleriyle 120 yıl savaşan Evs’li Sad bin Muaz ile Hazreç’li Sad bin Ubade kardeş olmasaydı, o asrın adına Asr-ı Saadet dememiz mümkün olmayacaktı. Çünkü insanlar arasındaki kardeşliğin yeterince kuvvetli olmadığı bir dönemde saadet, mutluluk ve huzur hakiki anlamda oluşmayacaktır. Saadet ve huzurun olmadığı bir ortamın veya böyle bir ortamı yaşayan insanların çağı değiştirmesi, insanlığın makûs talihini ve tarihin akışını değiştirmesi de mümkün olamayacaktır.
Yine bu topraklara yani Anadolu’ya ve de üç kıtaya 600 yıl hükmetmiş Osmanlı’ya baktığımızda, adeta ‘72 milletin’ bir arada yaşadığını ve bu kozmopolit yapıya rağmen koca imparatorluğun ayakta kaldığını görüyoruz. Osmanlı’yı ayakta tutan, Müslümanlar arasında ırkçılık fitnesinin olmamasıydı. Farklı ırklardan da olsa Müslümanlar kardeş olunca, memlekette fitne işlemiyor, fitneciler umdukları tefrikayı ve kargaşayı oluşturamıyorlardı. Tefrikanın olmadığı ve böylece birliğin-beraberliğin, kardeşliğin sağlandığı bir toplum, büyük güce ulaşmış toplumdur. İslam kardeşliğiyle çelik gibi güçlenmiş böyle bir toplumda ise, diğer din mensupları veya farklı emelleri olan topluluklar bu güçlü birlikten çekiniyor, böylece devlet, bekasını devam ettirebiliyordu.
Özellikle Anadolu’da bir araya gelen iki millet, Kürt ve Türk halkları dindaş, kardeş, dertdaş olmuşlardır. Yüzlerce yıldır yüzbinlerce hatta milyonlarca insan hısım-akraba olmuş, Kürtler Türklerle, Türkler de Kürtlerle evlenmiş, yeni değil eskiden beri birçok aile kaç göbek öncesinden hısım olmuş, kanlar birbirine karışmıştır. Yüzlerce yıldır aynı toprağı, aynı kaderi paylaşan bu iki halk, kardeşçe beraberce yaşamayı becerebildiği gibi, yeri gelince beraberce ölmeyi de bilmiştir. Çanakkale’de, Kurtuluş Savaşı’nda memleketi kâfirin işgalinden beraberce kurtarmışlardır.
Geçmişte elbirliği ile büyük işler başaran, düşmana geçit vermeyen bu iki toplum, eğer kuvvetli bir bağ ile kardeş olmasaydı, Osmanlı’nın Anadolu’da kök salması, bugün bile kısmen de olsa var olan birliğin sağlanması mümkün olamayacaktı. Devletleri ayakta tutan kanunlar değildir. Evet, Osmanlı şer’i kanunlarla adaleti sağlıyordu, adalet de devletin bekası için olmazsa olmazdır. Ancak kardeşliğin, birliğin-beraberliğin olmadığı bir ülkede şer’i kanunların bile toplumun birliğini sağlaması mümkün değildir. Ancak şeriatı daha geniş manada ele alır ve kardeşlik hukukunu da içine katarsak evet, böyle geniş çaplı bir şeriat, elbette İslam devletinin bekasını sağlayacaktır.
KARDEŞLİĞİ BOZMAYA ÇALIŞANLAR NELER YAPTI?
Problemler son 100 yılda başladı, bugün ise hat safhaya ulaşmış durumda. 72 milletin bir arada yaşadığı şu topraklar, adeta iki millete dar geldi. Bir ulus devlet olarak kurulan ve Türk milliyetçiliği söylemleriyle ırkçılık ateşinin fitilini yakanlar, her şeyi bilerek yaptı. Onların dertleri hiçbir zaman toplumun birliği, kardeşliği, dayanışması ve böylece güçlenmesi olmadı. Onlar bu toprakların ev sahibi olan Kürtlere misafir muamelesi yapıp, onların: ‘Hayır! Biz ev sahibiyiz’ demelerine dahi izin vermedi. Birileri Türk kimliğini kullanıp Kürtlere yıllarca zulmetti, dilini dahi konuşamaz, Kürtçe olarak şarkısını-türküsünü söyleyemez hale getirdi. Daha çocuk yaşta ‘Türküm, doğruyum’ dedirtilen Türk çocuklarına ırkçılık aşılanırken, Kürt çocuklarına ise kendi ırkları inkâr ettirildi.
Ancak şu iyi bilinmelidir ki, bu zulmü Kürtlere Türkler yapmadı; Türklüğü kullanan Kürt ve Müslüman düşmanları yaptı. Tüm bu zulümlere mukabil bugün de birileri, sözde bu zulümler bitsin diye, Kürt kimliğini kullanarak gençlerin eline silah verip bu problemlerin hallolacağını iddia ediyor. Bu gençlerin eline bu silahları verenler, hakikaten Kürt sorununu halletme niyetinde olan kimseler mi? Onların dertlerinin bu sorunu halletme olduğunu zannetmiyorum. Bu memleketin fakir fukara ailelerinin asker-polis çocuklarını öldürerek, toplumda derin yaralar açılmaktadır. Sistemin kendisini suçlamadan sistemin içerisindeki insanları suçlamak, sisteme hiçbir zarar vermeyecektir. Olan, ölen gencecik Türk ve Kürt çocuklarına olacaktır. Oysa Muhterem Hocamızın yıllardır dediği gibi “aslında sorun, rejim sorunudur.” Bu ırkçı rejimi kuranların gayesi ise, ne Türklerin faydasını sağlamak ne de memleketi düşünmektir. Onların gerçek gayesi, KARDEŞLİĞİMİZİ bozarak, bizi birbirimize kırdırarak, yeniden ÜMMET olmamızı engellemektir.
İslami cenah olarak yıllarca, Türk milletçiliğinin bizi ümmet olma şuurundan uzaklaştırdığını anlattık, reddettik, ‘ne mutlu Türküm diyene’ demedik, diyenleri de dedirtenleri de reddettik, bunun diğer ırkları dışlama, aşağılama, ötekileştirme, kardeşliği yok etme zehri olduğunu söyledik durduk. Bugün böyle ırkçı söylemleri, İslami cenahın hemen hemen tamamı açıkça – çekinmeden- reddediyor; hatta böyle söylemler, toplumun kahir ekseriyetinin kerih gördüğü bir söz olarak görülüp tepki alıyor. Sadece toplumda marjinal durumda olan katı Türk milliyetçileri hariç, aklı selim insanları, bu inkar ve asimilasyon politikalarını, bu kafatası milliyetçiliğini reddetmektedir. Türkiye’de, cemaatlerin yıllarca İslam’ı anlatmasıyla, ırkçılığı reddetmesiyle aslında çok şey değişti. Her ne kadar Kürt halkına bir takım hakları hali hazırdaki Hükümet verdi gibi görünse de, durum hiç de öyle değildir. Irkçılık hastalığıyla yıllardır zehirlenmeye çalışılan şu topluma, cemaatler çok şey anlattı. Sistem de bu kuru milliyetçiliğin sürdürülemez olduğunu anladı ve bazı haklar verilmeye başlandı.
Ancak bugünlerde yeniden bir ırkçılık dalgasının oluşturulmaya çalışıldığını görüyoruz. Burada buna bahane arayan sistemin yeni piyonları devreye girmiş durumda. Bu defa da Güneydoğu’da olan olaylar, silahlı Kürt grupları ve oluşan Kürt milliyetçiliğinin sebep gösterilmesiyle, aslında yeniden Türk milliyetçiliği hortlatılmaya çalışılıyor. Onlar çok iyi biliyor ki: Türk milliyetçiliği Kürt milliyetçiliğini, Kürt milliyetçiliği de Türk milliyetçiliğini hortlatacaktır. Ve böylece Türkiye, gün geçtikçe Türk ve Kürt ırkçılığının tırmandığı bir ülkeye dönüştürülmektedir.
Evet, biliyorum Ortadoğu’nun haritaları cetvelle çizilirken, Kürdistan bölgesi dört parçaya ayrıldı. Bu şekilde her ülkede fitne çıksın ve ümmet olduklarını unutup, büyük ve mü’mince düşünmeyi bırakıp hep ‘Kürdistan’ idealiyle yaşayıp bunun mücadelesini versinler istendi. Böylece büyük bölünmüşlüğün büyük resmi görülmez oldu. Kürtler parçalandı da ümmet parçalanmadı mı? Ümmet-i Muhammed bin parçaya bölündü. Ümmet parçalandıktan sonra, bütün Türkler bir araya gelse ve ‘Büyük Türkistan’ devletini kursa ne olur; bütün Kürtler bir araya gelse ‘Büyük Kürdistan’ devletini kursa ne olur? Hiçbir şey olmaz! Biz yine parçalanmış bir ümmet olarak zayıf, güçsüz, ırk hâkimiyeti uğruna birilerinin piyonu olmaya devam eden, uyduruk ulus devletleri olarak ortada kalırız. Elin gâvuru ise bizim inadımıza ve bizim bölünmüşlüğümüze karşı, Amerikasıyla, Rusyasıyla, Çiniyle… Almanıyla, İngiliziyle, Fransızıyla… Katoliğiyle, Protestanıyla, Ortadoksuyla birlik halinde bize saldırmaya devam eder. Hatta artık saldırma zahmetine bile katlanmıyor- biz nasıl olsa birbirimizi yiyoruz ya- sadece bir kenardan seyredip bizim acılarımızdan zevk duyarak, olmaz olasıca ırkçılık damarımızla alay ediyor.
Hepimizin dilinde klişe söylemler, klişe bir ağıdımız var. Birileri aramıza tefrika soktu, birileri kardeşliğimizi bozdu, birileri fitne çıkardı, birileri bizi bu hale getirdi, birileri birileri… Yeter artık! O birileri adam da, akledebiliyor da, biz adam gibi akledemiyor muyuz? Kardeşliği bozanlar kardeşi kardeşe kırdırtanlar suçlu da, oyunları oynayanlar suçlu da, oyuna gelenler suçlu değil mi? Malik bin Nebi’nin bahsettiği ‘sömürülebilme yeteneği’ gibi maalesef ‘oyuna gelme yeteneği’ ziyadesiyle gelişmiş bir toplum olduk. Temel ortak paydalarımızı, birbirimizin kılına dahi zarar vermemizi engelleyecek, binlerce ortak değeri bir kenara bırakıp, ‘ırkların hakları’ mazeretiyle silaha sarılmak veya bu gençlerin telef olmasına müsaade etmek, onları kazanmaya çalışmamak olacak şey değildi. Ama oldu. Yine büyük problemin büyük resmi görülmedi. O büyük resmi Muhterem Hocamız net bir şekilde ortaya koymaktadır. ‘Önce Allah’ın hakkını savunalım… Bu memlekette Allah’ın hakkı gasbediliyor… Allah’ın hükmü hâkim olduğunda O ALLAH, Kürde de Türke de hakkını verecektir.’
BAŞKA ÇAREMİZ YOK!
Oysa, ümmet olarak kurtuluşumuzu, direnişimizi, dirilişimizi devam ettirebilmemiz için, kardeş olmaktan başka çaremiz yok! Birbirimize yaşattığımız evlat acılarını da kuyruk acılarını da unutmaya çalışmaktan başka çaremiz yok! Bundan sonra analar ağlamasın, canlar yanmasın, çocuklar yetim kalmasın istiyorsak, başka çaremiz yok! Gencecik Kürt ve Türk çocukları ölmesin, geleceğimiz kararmasın istiyorsak, kardeş olmaktan başka çaremiz yok!
Muhterem Hocamız der ki: ‘Hizmet altınsa, kardeşlik elmastır; altın için olsa bile elmas feda edilmez.’ Yani Hocamız, hizmet namına veya iyi niyet dâhilinde olsa dahi, aramızdaki kardeşliği zedeleyecek bir tavra veya davranışa müsaade etmememiz gerektiğini vurgular. Dolayısıyla bir topluluk her ne kadar haklı gerekçeler öne sürse de, kardeşliği bozmamalı hele hele kardeşine asla silah doğrultmamalıdır. Yine Hocamız der ki: ‘Irkçılık için veya ırk hakları için ölmeye de öldürmeye de değmez.’ Silahın olduğu yerde, kardeşlik alaşağı olacak, akıl ve fikir de devreden çıkacaktır. Kardeşler arasına kan davası girdiğinde artık arayı düzeltmek kolay olmayacaktır. ÖNCE, HER İKİ TARAFTA DA SİLAHLAR SUSMALIDIR. Sonra da dert her ne ise, oturulup konuşulmalıdır.
1- Hucurat 10
2- Hadisin kaynağının bulamadım. Hadis, Mehmet Akif’in Safahat’ında geçiyor.